Eşref Ali et-Tehânevi (r.a.)

Hadislerle Hanefi Fıkhı > Eşref Ali et-Tehânevi (r.a.)

HAKIMU’L-UMME İMAM EŞREF ALİ

et-TEHÂNEVÎ (TANAVÎ)’NİN HAYATI:
Hakîmu’l-Ümme, eşsiz dâhi alimlerden ve ihlaslı seçkin davetçilerdendi. Onlar ki, Hindistan’da, nur saçan aydınlık birer lamba idiler. Hayatlarını i’lâ-yı kelimetullâh ve din ilimlerinin ihyasına adamış, İslâm düşmanlarının İslâm’ın kalesinde açmak istediği gediklere geçit vermeyen, ıslâm’a davet yoluna baş koymuş ve bu uğurda rastladıkları her türlü meşakkate dayanan birer murâbıt idiler.

Doğumu ve Yetişmesi:
Hakîmu’l Ümme 1280/1863 yılı 5 Rebîu’s-sânî sabahı, nesebi Emiru’l mü’minîn Ömer b. el-Hattâb (r.a.)’a ulaşan bir ailede dünyaya geldi. Doğum yeri, Muzaffer-Neger (Muzaffar Nagar) şehrine bağlı Tehâne-Bihûn (Tana-Bawan) köyüdür ki burası, Hint beldelerinde, yetiştirdiği seçkin ilim adamları, yetenekli insanlar ve büyük velilerle tanınır. Bunlara örnek olarak, “Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn” adlı, ilim ehlinin övgüsüne, doğudaki ve batıdaki marifet ehlinin güvenine mazhar olmuş hacimli ve büyük ilmî eserin sahibi allâme muhakkik Şeyh Muhammed Ali et-Tehânevî (Tanavî)’yi, Hâfız Muhammed Dâmin eş-Şehîd’i, el-Hâc İmdâdullâh el-Muhâcir el-Mekkî’yi gösterebiliriz. Bu saydığımız üç isim, Hindistan’ın her köşesinde “Üç Kutuplar” olarak bilinirler. Allah (c.c.) onlara geniş rahmetiyle muamele etsin.

İşte Hakîmu’l Ümme ilim, din, vera ve takva ile mamur olan bu köyde dünyaya geldi ve bozulmamış bir dinî çevrede büyüyüp yetişti. Kur’an’ı ezberledi ve ilk Farsça, Arapça ve din ilimleri öğrenimini burada yetenekli hocalar elinde tamamladı. İlk yetişme çağlarından itibaren ilme ve ulemaya düşkünlüğü, ibadet ve taata meyli ve eğlence ve oyundan uzaklığı ile temayüz etti. Küçüklüğünden itibaren, ince tabiatı sebebiyle, hiçbir çocuğun çıplak karnına bakmaya tahammül edemezdi. ‚ocuklardan biri aniden onun önünde karnını açacak olsa hemen kusardı. Bu yüzden de çocuklar, karşısına geçerek kusması için karınlarını açarlardı. Bazen öyle olurdu ki, ard arda kusmaktan bitap düşerdi. İşte bu hassas yapı, kendisine Allah (c.c.)’ın lutfettiği ve avama karışmasını engelleyen bir özellikti ki, bu sayede avamın oyun-eğlencesinden ve abes işlerinden uzak kalmıştı.

Allah (c.c.) rahmet eylesin, daha 12 yaşında bir çocukken gece namazını alışkanlık haline getirmişti. Amcasının hanımı bazan gece yarısı uyandığında onu namaz kılarken görürdü. Üzerine titrediği için bu ameli biraz azaltmasına çalışsa da o, bunu nefsine yerleştirdiği için önemsemez ve namazına devam ederdi.

Böylece vatanında din ilimlerine giriş bilgilerini aldıktan sonra 15 yaşına geldiğinde Deoband’daki Dâru’l Ulûm’a geldi. Burası öteden beri Hindistan’ın en büyük Din ilimleri merkezi, ilim, marifet, fazilet ve takva ehlinin yoğunlaştığı bir yer ve ilim ve dinin verimli kaynaklarından biridir. Binlerce ilim adamı burada üstün bir seviye elde ederek yetişmiş, derin düşünce, amel-i salih, kavi bir din anlayışı ve Allah (c.c.)’a daveti ile O’nun yolunda cihad konusunda selim zevk sahibi birer uzman olmuşlardır.

Allah (c.c.) rahmet eylesin, Hakîmu’l-Ümme, bu mübarek merkeze dahil olmuş ve bütün arabî, edebî, aklî ilimleri burada kapasiteli, yetkin ve vukufiyet sahibi ve ilim önderlerinin hatıralarını yenileyen üstadlardan tahsil etmiştir. Bunlardan biri, ilim ve takva’da elde ettiği mevkiden ötürü “Şeyhu’l-Hind (Hindistan’ın Hocası)” ünvanı verilen büyük mücahid imam Şeyh Mahmud Hasan ed-Diyûbendî (Deobandî)’dir. Kendisine bu ünvanın verilmesinin bir sebebi de, Hindistan’ın, zalim sömürgeci İngilizlerin işgalinden kurtarılması yolunda sarf ettiği üstün çabalardır. Yine bu hocalardan bir diğeri, mevlana arif muhakkik Şeyh Muhammed Yakub en-Nânûtevî (Nanotavî)’dir. Kendisi, bütün ilim ve fenlerdeki üstünlüğü, zikir ve ibâdât-ü taatle çok meşgul oluşuyla tanınmıştır. Bu üstadlardan bir başkası, imam Mevlana Şeyh Muhammed Kasım en-Nânûtevî (Nanotavî)’dir[1] ki, Dâru’l-Ulûm’un Diyubend (Deoband)’deki kurucusu olup, kıvrak zekâsı, derin fikrî yapısı ve Kelam, Akaid, Fıkıh ve Hadis konularında yazdığı nefis eserlerle ün yapmıştır. Bu üstadlardan bir başkası da, aklî ilimlerde zirveye ulaşmış bulunan Mevlana Şeyh Seyyid Ahmed ed-Dihlevî’dir. Bu zat da herhangi bir hocadan öğrenmeksizin, sırf kendi çalışmalarıyla Matematik alanında kaynak kişi haline gelmişti.

Kısacası Hakîmu’l-Ümme et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a) Dâru’l-Ulûm’da bunlar ve benzeri hocalar arasında yaşamış, onların ilim, hizmet ve sohbetlerinden istifade etmişti. Allah (c.c.) hepsine rahmet eylesin. Bütün öğrenim hayatı boyunca kitaplarından ve üstadlarına hizmetten başka bir meşgalesi olmamıştı. Kendisinin, Diyubend (Deoband)’de birkaç yakını vardı. Bunlar birçok kez Hakîmu’l Ümme’ye gelerek kendisini, geçimini yanlarında temin etmeye davet etmişlerdi. Ancak o, buraya ilim öğrenmekten başka bir amaç için gelmediğini belirterek, mazur görülmesini istemişti. Öğrenimini tamamlayana kadar da 5 yıl süreyle onların yanına gitmemişti.

O dönemlerde Hristiyanlar ve Hindular, Hindistan’ın dört bir yanına propaganda heyetleri gönderiyorlar ve bunlar da müslümanlara meydan okuyarak münazaraya çağırıyorlardı. Bir seferinde Hakîmu’l Ümme (rh.a) de bir fırsatını bularak onların münazaralarına katıldı ve apaçık beyanları ve sağlam hüccetleriyle onlara galip geldi. Bu olaydan sonra onun sahib olduğu tartışma gücü ve konuşma yeteneği öğrenciler ve hocalar arasında şöhret buldu.
Ancak bütün bunlar onun Diyubend (Deoband)’deki öğrencilik dönemlerine aittir.

Çünkü kendisi, olgun bir şeyh olduktan sonra, bu türlü münazara ve görüşmelerin ihlas ve sıdk’a muhtaç bulunduğunu ve insanları hidayet ve irşad hususunda bu yolla başarıya nadiren ulaşıldığını görmesi sebebiyle tartışma ve cedelden en fazla uzak duran kişi olmuştu.

Dâru’l-Ulûm’daki öğrenimini bu şekilde tamamladıktan sonra 1300/1882 yılında buradan mezun oldu. Burada onun tevazuunu gösteren bir olayı nakledelim: Mezun olduğu medrese yönetimi, diploma ve sarık[2] dağıtımı için büyük bir tören düzenlemeye karar verdiğinde şeyh (rh.a) tedirgin olmuş ve birkaç arkadaşı ile birlikte o zaman baş müderris olan üstad Mevlana Şeyh Muhammed en-Nânûtevî (Nanotavî) (rh.a)’ye giderek şöyle demişti:
-“Medrese yönetiminin bizlere, ilmî yeterlilik diploması vereceğini ve başımıza sarık giydirileceğini duyduk. Ancak gerçekte bizler bu diploma ve ikramı hak etmiş değiliz ve bunun, bizim gibi ilimden nasipsiz kimseleri mezun etmesi sebebiyle medrese hakkında da su-i zanna yol açacağından korkuyoruz.”

Ancak Şeyh en-Nânûtevî (Nanotavî)’nin cevabı şu oldu:
-“Sizler böyle sanıyorsunuz, çünkü her biri ilimde bir otorite olan hocalar arasında bulundunuz ve onlar yanında kendi ilminizi gözünüz görmüyor. Ben sizlerin bu medreseden mezun olacak ilmî seviyede olduğunuza şahadet ediyorum. Kadriniz bilinecektir inşaallah ve sizler ilim meydanında engel tanımayan seçkin birer kişi olacaksınız.”
Bu söz gerçekleşmiş ve Hakîmu’l-Ümme (ks), ulemanın ve avamın başvurduğu en büyük merci olmuş, bulunduğu yer ilim ve din için en önemli merkez haline gelmişti. Dönemin alimleri onun ilimde ve takvada benzersiz ve yegâne kişi olduğuna şehadet etmiştir…

O dönemler Kanpur’da “el-Feyzu’l-Âmm” adında ünlü bir medrese vardı. Mevlana Şeyh Ahmed Hasan el-Emrûhevî burada ders veriyordu. Kendisi, kolu bütün ilimlere uzanan ve özellikle de aklî ilimlerde otorite olan üstün bir alim idi. Burada bazı yetkililerle ters düşmüş ve bu medresedeki tedris görevini bırakarak aynı yerde başka bir medrese tesis etmişti.
Bunun üzerine el-Feyzu’l-Âmm medresesi yöneticileri, Diyubend (Deoband) alimlerinden, kendilerine bir hoca göndermelerini istemişlerdi. Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) de Dâru’l-Ulûm’dan aynı sene mezun olmuştu. Hocaları, söz konusu davete icabeten göndermek üzere kendisini seçtiler ve Şeyh (rh.a), 1300/1880 yılı Safer ayında Kanpur’a gitti. İşte onun, h. 14. yüzyılın başında insanlara faydalı olmak için ilk açılışı bu şekilde olmuştur. Bu sebepledir ki kimi alimler onu, bu yüzyılın Hindistan’daki müceddidi olarak görürler.

Şeyh (rh.a) bu şekilde Kanpur’da tedris, davet, irşad ve telif faaliyetlerini yürüttü. Burada derin ilmi, öğreticilik yeteneği ve hitap gücüyle öğrencileri arasında şöhret yapmış ve genç yaşına rağmen kendisine “Tecrübeli Hoca” ünvanı verilmiştir.
Daha sonra kendisi burada bir başka medrese kurmuştur ki “Câmiu’l Ulûm” adındaki bu medrese, Allah (c.c.)’ın fazlıyla halen ayaktadır. Şeyh (rh.a) burada pek çok öğrenci yetiştirmiştir. Bunlar arasında en önemli isimler olarak Mevlana Şeyh Muhammed İshâk el-Berduvânî (Bu zat, “Sahihu’l-Buhârî”nin tümünü ezberlemişti.), Mevlana el-Hakîm Muhammed Mustafa el-Becnûrî (Urduca bir çok kıymetli eserin sahibidir) ve ilminin büyüküğü ile otoritesine şahit olarak “İ’lâu’s-Sünen”i anmanın yeterli olacağı Mevlana Zafer Ahmed el-Osmânî sayılabilir.

Şeyh et-Tehânevî (Tanavî), Kanpur’da 14 yıl boyunca dersleri, va’z-u nasihat ve çeşitli eserleri ile insanlara faydalı olduktan sonra halvet kendisine daha sevimli geldi ve 1315/1897 yılı Safer ayında Kanpur Medresesi’ndeki tedris görevinden ayrıldı. Yerine öğrencisi Mevlana Şeyh Muhammed İshak el-Berduvânî geçti ve kendisi vatanı olan Tehâne-Bihûn (Tana-Bawan)’a dönerek şeyhinin “Hangâh-ı İmdâdî” diye adlandırılan zâviyesine çekildi. Mekke’ye hicret etmiş olan Şeyhi el-Hâc İmdâdullâh kendisine daha önce böyle vasiyet etmişti. Şeyh (rh.a) 1362/1943 yılında vefat edene kadar bu zaviyede ikamet etmiştir. Büyük cemiyetlerin ve dünya çapındaki ilmî meclislerin bile gerçekleştirmekten aciz olduğu büyük dinî faaliyetleri Allah (c.c.) bu zaviyede onun eliyle gerçekleştirdi.

Sözünü ettiğimiz bu faaliyetlerin bütününü veya çoğunluğunu bu özet biyografide dile getirmek gerçekten zordur. Ancak biz burada bunlardan bir kısmını anacağız. Başarı Allah (c.c.)’tandır.

Eserleri:
Hakîmu’l-Ümme Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a), yaşadığı dönemde, insanların, en çok telifi bulunanıdır. Hatta içinde bulunduğumuz yüzyılda bile telif çokluğu bakımından, onun bıraktığı sayıya ulaşmak şöyle dursun, yaklaşan dahi mevcut değildir. Kendisi, arkasında, küçüklü-büyüklü matbu 1000 (bin) kitap bırakmıştır. Şu yüzyılda müslümanların ihtiyaç duyduğu hiçbir dinî konu yoktur ki, Şeyh’in o konuda bir risalesi, kitabı veya matbu va’z-u nasihat metni bulunmasın. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bunların hepsini bu kısa mukaddimede zikretmekten aciziz. Ancak bunlardan önemli bazılarından söz edeceğiz.

Tefsir konusunda:
Şeyh’in Urduca, büyük boy ve hacimli 4 ciltten müteşekkil “Beyânu’l-Kur’ân” adlı bir eseri bulunmaktadır. Bu eser, Tefsir, Nahiv, Belagat, Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf konularında önemli ilmî hususlar ihtiva etmektedir. Bu eserin kıymeti ancak, diğer tefsirler üzerinde yapılan uzun boylu çalışmalardan sonra kendisine müracaat edildiğinde bilinebilir. Zira bu tefsir, diğerlerinin özü ve ilmî kapsayıcılık özelliği olan bir özetidir.

Kendisi Arapça bir “Ahkâmu’l-Kur’ân” telif ederek, Kur’an-ı Kerim’den istinbat edilen fıkhî kelamî meseleleri ve özellikle bu asırda cereyan eden ve öncekilerin eserlerinde sözü edilmeyen hususları toplamayı çok arzu etmişti. Ne var ki ömrünün son dönemlerinde olduğu için bizzat telif etme işi kendisine ağır gelmişti. Bu sebeple söz konusu çalışmayı gerçekleştirme görevini ulemadan şu dört kişiye verdi: Mevlana Şeyh Muhammed Şefî’ Mevlana Müftî Cemil Ahmed (Allah ikisini de korusun), “İ’lâu’s-Sünen” sahibi Mevlana Şeyh Zafer Ahmed el-Osmânî ve muhaddis Mevlana Şeyh Muhammed İdris el-Kandehlevî (Allah ikisine de rahmet etsin).

Mevlana Şeyh el-Osmânî ve babam Müftî Muhammed Şefî’ bu eserin ikişer cüzünü, Mevlana Şeyh el-Kandehlevî de bir cüzünü yazdılar ve bu cüzler Karaçi’de taşbaskı yöntemiyle basıldı. Allah-u Teâlâ (c.c.) bizi, bu eseri okuyucuların memnun olacağı şekilde basmaya muvaffak eylesin.

Yine Tefsir konusunda Şeyh’in “et-Taksîr Fi’t-Tefsîr” adlı bir risalesi bulunmaktadır ki bu risalede bazı çağdaş tefsirleri eleştiri süzgecinden geçirmiş ve çağımızda pek çok kimsenin gafil kaldığı Usul-i Tefsir hakkında nefis kaideler şerh etmiştir. Bunun dışında Şeyh’in, Kur’an ilimleri ve Tefsir hakkında 23 risalesi daha bulunmaktadır.

Hadis konusunda:
Bu alanda bizzat kaleme aldığı “Câmiu’l-Âsâr” ve “Tâbiu’l-Âsâr” adlı eserleri bulunmaktadır ki, inşaallah bunlardan ileride ayrıca söz edeceğiz. Keza bu konudaki çalışmaları meyanında, “İ’lâu’s-Sünen”in telifine yaptığı yardımları anmalıyız.

Fıkıh konusunda:
Bu konuda da yine Urduca yazdığı 6 büyük ciltlik “İmdâdu’l-Fetâvâ” adlı bir eseri bulunmaktadır. Bu eser, kendi fetvalarından oluşmaktadır. Hakîmu’l-Ümme (rh.a), Hindistan’daki en büyük fetva mercii idi.
Kendisine, yeryüzünün doğusundan ve batısından müsteftî (:fetva isteyen)ler başvurur, büyük alimler, çözümünde zorlandıkları güç meseleleri kendisine yazarlar ve o da bunları en ince noktalarına kadar açıklar, onların gönüllerini rahatlatır ve susuzluklarını giderirdi. Şu bir gerçektir ki, “İmdâdu’l-Fetâvâ”, onun, Fıkıh’taki yetkinliğinin en güzel şahididir. Bu eserde nefis fıkhî meseleler ve son asırlarda gündem oluşturmuş konuların büyük bir kısmının açıklaması bulunmaktadır. Bu kitap, günümüzde de Pakistan, Hindistan ve Bangladeş’teki müftülerin en büyük kaynağı olarak kabul edilir.

Yine Fıkıh konusunda Şeyh’in “Behişti Zevar” (Arapçası “Huliyyu Ehli’l-Cenne”)[3] adını taşıyan ve büyük boy yaklaşık 700 sayfa halindeki kitabı, Tasavvuf, Akaid ve Fıkhın bütün konularının meselelerini topladığı bir eser olup, aslında kadınların eğitimi amacıyla kaleme alınmıştır. Yukarıda zikredilen dini nitelikli konulara ek olarak bu eserinde, kadınların, aile hayatında ihtiyaç duydukları bütün dünyevî konuları da toplamıştır. Ulemadan bir cemaat da bu eserin telifinde kendisine yardımcı olmuştur. Her ne kadar bu eserle kadınlara faydalı olmak amaçlanmışsa da, erkeklerin de ondan büyük oranda istifade ettikleri bir gerçektir. Alimler de ondan müstağni kalamamışlardır ve kitap, yöresel bir çok dile tercüme edilmiştir.
Yine bu meyanda onun “Tahzîru’l-İhvân Ani’r-Ribâ fi’l-Hindistân” ve “Râfiu’d-Dank An Menâfii’l-Bank” adlı eserleri, faiz meselesini hassasiyetle incelediği kitaplardır. Ayrıca “el-İktisâd Fi’t-Taklîd Ve’l-İctihâd” adlı eseri vardır. “Hilyetu’n-Nâcize Li’l-Halîleti’l-Âcize” adlı eseri de kayıp, innîn (: iktidarsız), mecnun ve geçimsiz eşlerle tefviz-i talâk (: Nikâh anında veya evlendikten sonra kadına boşanma yetkisi verilmesi) ve bülûğ konularını işlemektedir. Bu meselelerin büyük çoğunluğunda Malikî mezhebine göre fetva vermiş, bunu yaparken de Malikî alimlerinden fetva istemek suretiyle bu mezhebi tahkik etmiştir. Şeyh’in, bunlar dışında, tek konulu fıkhî meseleleri ele aldığı risaleleri de bulunmaktadır.

Akaid ve Kelam konusunda:
“el-İntibâhâtu’l-Mufîde Fi’l-İştibâhâti’l-Cedîde”. Bu, konusunda benzersiz bir kitaptır. Burada müslümanlar arasına mülhidler tarafından sokulan çeşitli şüpheler ve batı tarzı bir hayat yaşamaya çalışanların irtikâb ettikleri kimi tahrifatlar ele alınmış ve bunlara beliğ ve yetkin bir biçimde cevaplar verilmiştir. Keza bu eserde temel itikadî meseleler aklî delillerle isbatlanmış, akl-ı selim sahibi ve hakkı bulmayı arzulayan kimselere ikna edici bir şekilde sunulmuştur. Allah (c.c.)’ın tevfikiyle biz bu eserin İngilizce çevirisinin baskısını gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Yine bu babda şeyhin “el-Mesâlihu’l-Akliyye Li’l-Ahkâmi’n-Nakliyye” adlı eserini zikretmeliyiz ki, bunun da İngilizcesinin baskısı yapılmıştır. Gayrimüslimler tarafından İslam’a ve onun öğretilerine yapılan övgüleri topladığı “Şehâdetu’l-Akvâm Alâ Sıdki’l-İslâm”, “Islâhu’l-Hayâl”, “Eşrefu’l-Cevâb”, “el-İksîr Fî İsbâti’t-Takdîr”, “el-Hitâbu’l-Melîh Fî Tahkîkî’l-Mehdî Ve’l-Mesîh”, “Zeyl Alâ Şerhi’l-Akâdi’n-Nesefiyye”, Felsefeyi red hakkındaki “Dirâyetu’l-İsme”, “Hidâyetu’l-Hikme” ve bunlar dışındaki pek çok risalenin de bu meyanda kaleme alınanlar cümlesinden bulunduğunu belirtelim.

Tasavvuf konusunda:
Kur’an-ı Kerim’den Tasavvuf ve seyr-u sülûk meselelerinin istinbat edildiği arapça bir eser olan “Mesâilu’s-Sülûk Min Kelâmi Meliki’l-Mülûk”, Tasavvuf meselelerinin istinbat edildiği hadis-i şerifleri topladığı ve Tasavvuf usûlüyle temel Tasavvufî meselelerin zikriyle birlikte doyurucu bir şekilde şerh edildiği “et-Teşerruf Bi Ma’rifeti Ahâdîsi’t-Tasavvuf” 8 cilt hacmindeki “Şerhu’l-Mesnevî Li-Mevlânâ er-Rûmî”, iki ciltlik “Meârifu’l-Avârif”, “et-Tekeşşuf An Mühimmâti’t-Tasavvuf”, “Telhîsu’l-Bidâye Li’l-Gazzâlî”, irşad isteyenlerin, kalbî hastalıkları konusunda yazdıkları mektuplara verilen cevaplardan oluşan “Terbiyetu’s-Sâlik Ve Tenciyetu’l-Hâlik”. Bu eserde kalbî illetlerin idraki ve ilacı hususunda bediî pek çok nükte yer almaktadır ki bu konuda bunun dışında, bildiğimiz kadarıyla başka bir kitap mevcut değildir. Tasavvufa ilişkin bu saydıklarımız dışında başka risaleleri de bulunmaktadır.

Davet ve İrşad konusunda:
Bu konuda da, “Hayâtu’l-Müslimîn”, “Ta’lîmu’d-Dîn”, “Fürû’u’l-Îmân”, “Cezâu’l-A’mâl”, “Âdâbu’l-Mu’âşere”, “Hukûku’l-İslâm”, “Hukûku’l-Vâlideyn”, “İrşâdu’l-Hâim Fî Hukûki’l-Behâim”, “el-Kavlu’s-Sevâb Fi Mes’eleti’l-Hicâb”, “İlkâu’s-Sekîne Fî İbdâi’z-Zîne”, “Islâhu’r-Rusûm”, batıl inançları ve bid’atleri red konusundaki “Hıfzu’l-Îmân”, “Ağlâtu’l Avâm”, “Islâhu ınkılâbi’l-Ümme”, “Hukûku’l-İlm”, “Kesretu’l-Ezvâc Li Sâhibi’l-Mi’râc”, “Islâhu’n-Nisâ” ve daha pek çok kitabı vardır.

Zikir ve Dualar konusunda:
“el-Me’mûlu’l-Makbûl Fî Kurbâtin İndellâh ve Salavâti’r-Resûl”. “Hısnu’l-Hasîn”deki me’sur duaları özet halinde topladığı ve 7 hizb (bölüm) halinde düzenlediği bu eseri, Hindistan’daki bütün müslümanların evlerinde rastlanabilen ve her gün okunan bir eserdir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’e getirilen salavât çeşitlerini ihtiva eden “Zâdu’s-Sa’îd”, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve Hulefa-i Râşidîn (r.a.)’in hutbelerini topladığı “el-Hutabu’l-Me’sûre”, “Hutbâtu’l-Ahkâm li Cumu’âti’l-åmm”, “Zevâlu’s-Sene An A’mali’s-Sene”.

Sîret konusunda:
“Neşru’t-Tîb Fî Zikri’n-Nebiyyi’l-Habîb”.

Diğer konularda:
“Bevâdiru’n-Nevâdir”, “Bedâiu’l-Ferâid”, “el-Letâif Ve’z-Zarâif”…

Yukarıda da belirttiğimiz gibi sayılan bu eserler, onun bıraktıklarının cüz’î bir parçasıdır. Ciltler dolusu matbu va’z-u nasihat metinleri bunlardan hariçtir ki aşağıda bu kısımdan bahsedeceğiz.

Şeyh (rh.a), Diyubend (Deoband)’de öğrenim gördüğü sıralarda vaaz ve hitabet pratikleri yapılır, her cuma gecesi öğrencilerin toplandığı oturumlar tertip edilir ve konuşurken kullanılan ifadeler üzerinde hassasiyetle durulurdu. Şeyh (rh.a), bu toplantıların önde gelen simalarındandı. Öyle ki, öğrenimini tamamladıktan sonra, zamanının en ünlü hatip ve vaizlerinden biri olmuştu. Kanpur’daki ikameti sırasında da va’z-u nasihatlerde bulunur ve her tarafta kendisi için toplantılar yapılırdı. Daha sonra bu toplantılar, tüm Hindistan’ı sardı. Vaazları ülkenin dört bir yanında şöhret buldu ve bu toplantılara katılmak için her türlü güçlüğe katlanarak uzun yolculuklar yapılır hale geldi. Onun vaazlarını dinlemek, bulunmaz bir fırsat olarak değerlendiriliyordu ki gerçekten de öyleydi. Onun vaazları uçsuz bucaksız bir deniz gibi derin ve yoğundu. Bu vaazlarda, gerçekten uzun mesafeler kat etmeye değer ilim ve hikmet parıltıları, nadir konular, değerli misaller ve latifeler yer almakta, tefsir, fıkıh, hadis ve tasavvuf konularında kitaplarda rastlanamayacak bilgiler bulunmaktaydı. Bu konuşmalarında Şeyh’in ağzından, kalpleri aydınlatan ve zihinleri nurlandıran irfan incileri dökülürdü.
Onun vaazlarının, bu asırda bir benzeri daha bulunmayacak şekilde nefisleri ıslah edici ve fikirleri güçlendirici bir özelliği vardı. Bu vaazları dinledikten sonra, alışkanlık haline getirdiği kötülüklerden vazgeçen insan sayısı oldukça fazladır. Aynı şekilde, nefsin heva ve heveslerine ve bid’atlere dalmış pek çok kimse bu vaazlar sayesinde tevbe etmiş, çeşitli şüpheler içinde çırpınan binlerce insan, iman ve yakîn’e yol bulmuştur. Onun vaazlarıyla hayatında bir devrim meydana gelen erkek ve kadın sayısı binlerle ifade edilmiştir. Allah (c.c.)’a hamd ediyoruz ki bu vaazların büyük bir çoğunluğu, öğrencileri ve irşad ettiği kimseler tarafından anında kaydedilmiş ve bunlar, her biri en az 600 sayfadan oluşan 20 cilt halinde basılmıştır.
Bu matbu vaaz metinleri, gürül gürül akan bir kaynak olarak günümüze kadar gelmiş, hiçbir şekilde azalmamış, kesilmemiştir. Bu beldelerde hesaba gelmeyecek sayıda insan bulunmaktadır ki, Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) ile sohbet etmedikleri ve onu görmedikleri halde, bu matbu vaazlar sayesinde onun sohbetlerinin faydasını görmüş, bu sayede hayatlarında büyük bir dinî inkılap meydana gelmiştir.

Vaazlarından ötürü herhangi bir karşılık almamak onun adetiydi. Hatta vaaz sonrası kendisine, herhangi bir hediye getirilecek olsa onu bile asla kabul etmezdi. Vaazlarında terhîb (korkutma, tehdit etme) yerine tergîb’i (teşvik etme, sevdirme) tercih eder ve şöyle derdi: “çağımız insanının tabiatını inceledim ve korkutmak yerine lisan-ı münasiple teşvik etmenin daha yararlı olduğunu gördüm. Bu yüzdendir ki vaazlarımda daha az korkutma ve daha çok müjdeleme yolunu tercih etmekteyim.”[4]
Vaaza başlamadan önce de şöyle dua ederdi: “Allah’ım, beni burada hazır bulunanların ihtiyaç duydukları ve durumlarını düzeltecek şeyleri açıklamakta başarılı kıl!”[5]
Vaazlarında durum gerektirmedikçe müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan hususlara değinmez, değinmek zorunda kalınca da bu türlü meseleleri, yumuşaklık ve tatlılıkla şerh ederdi. Böyle durumlarda, muhaliflerine kaba konuşmak ve zamanımız vaizlerinin yaptığı gibi aleyhlerinde mübalağalı davranmak yerine hikmet ve güzel öğüt yolunu tutar ve peygamberleri örnek alarak yumuşak söz ve mev’ıza-i hasene ile hitabı tercih ederdi.
Şeyh (rh.a), Hangâh-ı İmdâdî’deyken hergün öğleden sonra genel bir toplantı düzenlerdi. Öğrencilerinin ve halkının katıldığı bu toplantılarda onlara va’z-u nasihat eder ve çeşitli sorularını cevaplandırır, hemen her konuyu işlerdi. Orada hazır bulunanların bazıları, Şeyh’in söylediklerini yazardı. Bunlar, daha sonra “el-Melfûzât” adıyla basılmıştır. 20 ciltten fazla olan “el-Melfûzât”ta ilim, hikmet, letaif, kıssalar, tarihî haberler, vaaz, ibret, ıslah, irşad, edep, ahlak, eleştiri, reddiye vb. gibi pek çok husus yer alır. Hint alimleri bu eserin, sağlam bir dinî anlayışın oluşmasında ve amel-i salihe teşvik konusunda oldukça etkili olduğunu tecrübe etmişlerdir.

Tasavvufa Sülûku
Ne kadar geniş olursa olsun, bir başına ilmî kapasite ve inceleme yeteneğinin, insanın güçlü bir dinî teribiye kazanmasında yeterli olmadığını tecrübeler göstermiştir. Şu bir gerçektir ki, nefislerin ıslahı, kalplerin temizlenmesi, güçlendirilmesi ve ahlakın güzelleştirilmesi, Allah (c.c.) erlerinden biri örnek edinilmedikçe onunla birlikteliğe ve sohbetine devam edilmedikçe, onun terbiye ve öğretilerinden müstefid olunmadıkça ve bu yüce bağışlar nefse celbedilmedikçe, hemen hemen mümkün değildir! Bu yüzdendir ki Yüce Allah (c.c.) “es-Sırâtu’l-Müstakîm (: Dosdoğru yol)” kavl-i şerifini, “Kendilerine ni’met verdiklerinin yolu” (1/el-Fâtiha, 6-7) diye tefsir buyurmak suretiyle bu yolun Allah (c.c.)’ın kendilerini ni’metlendirdiği nebilerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yürüdüğü yol olduğunu bildirmiş, keza Hz. Peygamber (s.a.v.) de, “sırat-ı müstakîm”i, “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yol” diye tefsir etmiştir. Allah Teâlâ (c.c.) şöyle buyuruyor: “Ve bana gönülden dönenlerin yoluna tabi ol.” (31/Lokmân, 15) Ve yine şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sıddıklarla beraber olun.” (9/et-Tevbe, 119). Bu ayetler, “sırât-ı müstakîm”den kastın, kişinin, Allah (c.c.)’a dönenlere ittibası ve nefislerini temizlemiş ve nefsî duygularını yerli yerine oturtmuş sadıklarla sürekli beraber bulunması olduğuna delalet etmektedir. Bu yüzdendir ki, Sahabe ve Tabiun döneminden bu yana ulemanın adeti, yalnızca kitap mütalaası, hadis ezberi ve ders halkalarıyla yetinmeksizin, Allah (c.c.) erlerine mülazemetle onların sohbet ve hizmetlerinden istifadeye önem vermek olagelmiştir.

Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a), şeyhlerine mülazemete çok düşkündü, onların hizmetlerinde bulunma konusunda hırs sahibi idi. Öğrencilik dönemini tamamladıktan sonra da basiretli ârif-i billah el-Hâc İmdâdullâh el-Muhâcir el-Mekkî’ye tasavvufî anlamda bey’at etmişti. Böylece şeyhi ile bir müddet birlikte olmuş ve sohbetinden istifade etmişti. Bu olay, babasının kendisini 1300/1882 yılında hacca götürdüğü zamana rastlar. Şevvâl ayında Beytullah’ı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Ravza-i Mutahhara’sını ziyaret ettikten sonra tekrar hacca gitmiştir ki, bu defa şeyhinin yanında 6 ay kalmış ve ondan bir an bile ayrılmamıştır. Orada kaldığı bu kısa süre içinde adeta şeyhinin bir aynası olmuş, onun ahlakına ve kişiliğine bürünmüştür.

Öyle ki, sonunda bulunduğu beldede ibadeti, zühdü, vera’ı ve talim-terbiyede takibettiği yolun güzelliğiyle bilinir olmuştur. Tasavvuf yolunu, sonradan uydurulmuş hurafelerden ve çirkin bid’atlerden temizlemiş, o yolu tecdid eden biri olmakla ün yapmıştır. Şimdi onun bu meyandaki çalışmalarından bir parça söz edelim:

Tasavvuf ve Seyr-u Sülûk Sahasındaki Tecdidi:
O dönemde insanlar Tasavvuf ve sülûk konusunda ifrat veya tefride düşmekten kurtulamıyorlardı. Yelpazenin bir tarafındakiler, Tasavvuf ve sülûk’un, sonradan uydurulmuş bir bid’at olduğunu, Kitap ve Sünnet’te yeri bulunmadığını savunurken, bunların karşıtı olanlar da Tasuvvuf ve sülûk’un, bu yola girenlerde ortaya çıkan kimi keşif, olağanüstü hal ve kalbe doğan parıltıların adı olduğuna inanıyorlardı. Bu ikinci grubun iddiasına göre kişide meydana gelen bu haller ve nefsî tecrübeler, dinin hedefinin ta kendisidir. O kadar ki, bu ahvale erişen bir kimse, onlara göre zahirî şer’î hükümlerin bağından da kurtulmuştur. Bir kişiden bu gözbağcılık ve tasarruflardan bazıları sudur ettiğinde veya uyanık yahut uykudayken birtakım keşif ve olağanüstü hallerine şahit olunduğunda o kimse, akidesi sapık veya ameli ve ahlakı bozuk olsa bile insanlar tarafından bir önder ve imam olarak telakki edilirdi.

Hakîmu’l-Ümme Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a), yukarıda belirttiğimiz her iki görüşü hem teorik ve hem de pratik olarak çürütmüştü. Teorik olarak yaptığı çalışma kitapları, hutbeleri, vaazları ve sohbet meclisleriyle Tasavvuf ve İhsan’ın, dinin cüzlerinden bir cüz ve İslam’ın şubelerinden bir şube olduğunu isbat üzerine yoğunlaşıyordu. Bu çalışmalarda vurguladığı şuydu: Kitap ve Sünnet ahkâmı ikiye ayrılır. Bunlardan ilki, bir takım azalarla yerine getirilen zahirî amellere taalluk eder namaz, oruç, zekât, hac, nikâh, talak vb. gibi. Bunlar, fukaha tarafından kitaplarda işlenmiştir. İkinci kısım ise, yeri kalpler ve ruhlar olan batınî amellere taalluk eder. Bu kısımda da emir ve nehiyler vardır. Emredilenler sıdk, ihlas, havf, reca, şevk, üns, sabır, şükür, tevazu, huşu, Allah (c.c.) ve Resulünü (s.a.v.) sevmek, Allah (c.c.) korkusu inabe vb. Nehyedilenler ise, riya, gösteriş, kendini beğenme, büyüklenme, kin, haset, ümitsizlik, karamsarlık, mal ve makam sevgisi ve bunlara benzer hususlardır.

İşte Tasavvuf, ilahi hükümlerin bu ikinci kısmına ağırlık vermiştir, tıpkı fıkıhın, birinci kısma ağırlık verdiği gibi! Kur’an ve Sünnet, bu çeşit nasslarla doludur. Kaldı ki, insanın batınî yönüne müteallik hükümlerin yerine getirilmesi, adeten ancak üstüne düşmekle, öğrenmekle, terbiye ve mümarese ile mümkündür. ‚ünkü riya, kendini beğenme ve benzeri batınî hastalıklar, hastanın kendisinin idrak edemeyebileceği gizli hastalıklardır ki bunları ancak hastanın vesveselerine, düşüncelerine, fikirlerine, amellerine, hareketine ve menziline hakkıyla vakıf arif birisi idrak edebilir. İşte Tasavvuf’ta bu zata “Şeyh”, ona rücu etmeye ise “Bey’at” denir.

Şeyh et-Tehânevî (Tanavî), yukarıda sözü edilen keşifler, harikuladelikler, tasarruflar, rüya ve diğer birtakım hallerin kesinlikle Tasavvuftan (tasavvufun amacından) olmadığını isbat etmiştir. Şu bir gerçektir ki Allah Teâlâ (c.c.), Sahabe ve evliya eliyle birtakım kerametler izhar etmiştir. Yine Allah Teâlâ (c.c.)’nın, bazı kullarına, sadık keşiflerde bulunma özelliği lutfettiği de bir gerçektir. Ne var ki bütün bunlar, dinde amaç edinilen şeyler değildir! Bunlar, şer’î hüccet olma özelliğine sahip olmadıkları gibi, zuhur ettikleri kişinin takvasını ve Allah (c.c.)’a yakınlık elde etmiş bir veli olduğunu da göstermezler! Bu türlü keşif ve tasarrufların gösterilebilmesi için salah ve takva değil, İslam ve iman şarttır. Hatta fasık ve kâfirler de pratik ve çalışmayla bu türlü şeyler izhar edebilir. Nitekim bu gibi haller Mesmerist’lerde de müşahade edilmektedir.[6]
Tasavvuf’un gerçek amacı ise, üstün bir ahlakla ahlaklanmak ve nefsanî kötülüklerden kaçınmak olarak özetlenebilir. Bu yolda kurtarıcı kazanç, İslam şeriatine tam bir bağlılık ile birlikte bu faziletlerle donanmak ve Sünnet-i Nebeviyye’ye eksiksiz bir şekilde uymakla elde edilir. Eğer bunlar sonucu Allah (c.c.), iman firasetinden bir nasip veya sadık keşiflerden bir pay verirse, bu da O (c.c.)’ndan gelen bir lütuf olarak değerlendirilir. Yukarıda sözünü ettiğimiz ahlak-ı fâzıla ile Sünnet’e ittibanın terk edilmesine ve nefsî rezaletlerden kaçınılmamasına gelince, bu türlü bir tutum içinde olan kimse ister uçsun, ister su üzerinde yürüsün, ister göğe yükselsin, sülûk, velayet, tarikat ve Tasavvufla en küçük bir ilgisi kurulamaz!
İşte Tasavvuf konusundaki bu mutedil ve selim fikir, Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a)’nin eserlerinde ve vaazlarında Kitap ve Sünnet’ten delilleri, Sahabe’nin ve evliyanın yaşantılarından örnekleri akl-ı selim ve nefsî tecrübelerden hüccetleriyle ayrıntılı olarak yer almıştır. Bunun yanısıra, onun bu eserlerinde Tasavvuf ve büyük sufilerin Kitap ve Sünnet doğrultusundaki amelî tatbikatları etrafındaki şüpheler, kalpleri tatmin edecek, göğüsleri genişletecek ve kendini büyük gören cahillerle kendini cahilliğe veren inatçılar dışında kimsenin inkârına meydan bırakmayacak şekilde cevaplandırılmıştır.
Şeyh’in, Tasavvuf’un gerçek mahiyetini aydınlatıcı çalışmalarından pratik alanda yapılanlara gelince, bunlar da onun Sünnet-i Muhammediyye’ye uygun, ilmî metot ve şeriatin öngörüleri doğrultusunda mürit terbiyesi ile gerçekleştirdiği çalışmalardı. Birisi bey’at etmek üzere kendisine geldiği zaman, ona önce, gerek Allah (c.c.)’ın hukuku, gerekse kul hukuku noktasından üzerine düşen şer’î vecibeleri yerine getirmesini emrederdi. O yöredeki insanların Allah (c.c.)’ı zikir ve ibadetlere devam ediyor oluşları dolayısıyla Şeyh, ağırlıklı olarak kul hukuku üzerinde dururdu. Zira zikir ve ibadet görevlerini yaparken insanlar, kul hukukunu ihmal ve muamelata ilişkin pek çok konuda şeriata muhalefet ediyorlardı.
Keza Şeyh vird, zikir ve sair nafilelerden ziyade adab-ı muaşeret talimine özen gösterir ve bu meyanda şöyle derdi: “Gücümün çoğunu, herhangi bir kimseye benden veya arkadaşlarımdan bir eziyet gelmemesi için sarf ediyorum. Bu eziyet ister vurma, dövme çekişme gibi bedenî, ister malını haksız yolla yeme veya hakkını gasb etme gibi malî, ister küçük düşürme ve gıybet gibi şahsî, isterse muzdarip ve kötü bir durumdayken kendisini terk, yahut kendisine hoşlanmadığı bir şekilde muamele gibi nefsî bir konuda olsun. Eğer bizlerden böyle bir şey sadır olmuşsa bu bir hatadır ve af ve bağışlanma dilemek gerekir. Bu konuya her şeyden çok önem vermişimdir. Öyle ki, birisinin, zahirî bir tavrıyla şeriata muhalif hareket ettiğini görsem, bundan büyük bir elem duyuyorum. Aynı şekilde birisinin, kul hukukuna riayet etmediğine şahit olsam, beni şiddetli bir hüzün kaplar ve Allah (c.c.)’a o şahsı o beladan kurtarması için dua ederim.”[7]
Yine Şeyh’in bir sözü: “Şüphesiz ki güzel ahlakın başı iyi davranış, esası da, kişinin başkasına eziyet vermeyecek tarzda hareket etmesidir. Bunu, Hz. Peygamber (s.a.v.) lafzı kısa, anlamı geniş olan şu sözüyle öğretmiştir: “Müslüman, diğer müslümanların, elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.” Başkalarının incinmesine sebebiyet veren her şey kötü ahlak kapsamına girer isterse bu şeklen insanların güzel ahlak olduğunu iddia ettikleri ta’zim, edeb yahut başkasına hizmet etmek amacıyla takınılmış bir tavır olsun. Çünkü güzel ahlakın esası başkalarının rahat ve huzurlu kılınmasıdır ki bu da hizmetin başlangıcıdır. Dolayısıyla, bir kimsenin rahatını temin etmeksizin ona hizmet, özden yoksun bir kabuk mesabesindedir. Şu bir gerçektir ki, adab-ı muaşeret, dinin şeairinden olması hasebiyle, akaid ve ibadetlerden sonra gelir. Bununla birlikte şu da bir gerçektir ki, adab-ı muaşeret, bir diğer açıdan da bunların mukaddimesidir ki o da, akaid ve ibadetlerdeki bir arızanın, kişinin kendi nefsinde kalan bir zarar olmasına karşılık, adab-ı muaşeretteki bir arızanın, başkalarına sirayet eden bir zarar oluşudur. Kişinin, başkasına verdiği zarar ise, kendi nefsine verdiği zarardan daha şiddetlidir. Konuya bir başka açıdan yaklaşacak olursak, Allah Teâlâ (c.c.) adab-ı muaşeret konusunda ta’lim içeren “… onlar ki yeryüzünde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf attığı zaman da selam(etle) de(yip geçe)rler” (25/el-Furkân, 63) kavl-i şerifini, ibadetler ve diğer hususları içeren “Onlar ki gecelerini, Rabbleri için secde ederek ve kıyamda durarak geçirirler” (25/el-Furkân,64) kavl-i şerifinden önce zikretmiştir. Dolayısıyla hüsn-i muaşeret (:güzel davranış), farzlara kıyasla bazı açılardan önde gelirken, nafilelere oranla her açıdan öndedir.”[8]
Şeyh et-Tehânevî (Tanavî)’nin bu düşünceleri, hiç bir zaman, havada kalan ve sonuç getirmeyen nazari görüşler olarak kalmamış, kendi amellerine ve hayatına yansıdığı gibi, müritlerinin hayatına da yansımıştır.

Hangâh-ı İmdâdî’deki Örnek Faaliyetler:
Hangâh-ı İmdâdî, burada takibedilen metot bakımından yeryüzündeki biricik terbiye merkezi idi. Burada ahlak temizlenir, fikirler olgunlaşır, kişisel ve toplumsal hayatın edepleri öğrenilirdi. Hindistan’ın dört bir yanından ve civardan gelen müslümanlar burada toplanırdı. Bunların içinde alimler, büyük şeyhler, doktorlar, mühendisler, memurlar, öğretmenler, ziraat ve sanat erbabı, kısaca hayatın her alanından insanlar bulunurdu. Buraya gelenlerin, yanlarında eş ve çocuklarını getirdikleri de olurdu. Şeyh bunların durumlarını sorar, kendilerine dini öğretir, onları İslamî ahlak üzere eğitir ve onu elde etme yolunu belletir, adab-ı muaşeret üzerinde durur ve kendilerine bu konunun ince noktalarını açıklardı. Dikkatlerini nefsî hastalıklar üzerine çeker ve bunlardan kurtulma yollarını beyan ederdi.

Bu tekkenin oldukça sağlam bir sistemi vardı ki buna muhalefete hiç kimsenin gücü yetmezdi. Bu sistemin kendisi bile İslam adabının canlı bir misaliydi. Şeyh burada insanları, hayatlarını tanzime, zamanlarını değerlendirmeye, Allah (c.c.) ve kul haklarını eda etmeye ve başkalarına eziyet vermekten sakındırmaya teşvik ederdi.

Beşerî Münasebetleri:
Bu tekke için, “insan üreten bir fabrika” demek yanlış olmasa gerektir. Zira insanlar burada olgunlaşır, güzel ahlak ve salih adap kalıbına dökülürdü. Şeyh’in, sürekli olarak üzerinde önemle durduğu bu ahlak ve adabı ayrıntılarıyla vermeye kalkarsak şüphesiz ki söz çok uzayacaktır. Ancak biz bu husususun bazı açılardan açıklanmış olması için, Şeyh’in yaşantısından kimi örnekler vermeden geçemeyeceğiz:
1- Allah (c.c.) rahmet eylesin, birisine ihtiyacı için bir şey söyleyecek veya emredecek olsa onu çağırmaz, kendisi ona giderdi. Bu kişi ister öğrencilerinden, ister müritlerinden, isterse yaşı küçük akrabalarından biri olsun fark etmezdi. Bu hususta şöyle derdi: “Muhtaç olanın, kendisine ihtiyaç duyduğu kişiye gitmesi gerekir, iş ters dönmemelidir.”
Muhammed Hâşim, Şeyh’in arkadaşlarından ve ihlaslı müritlerindendi. Kendisi doktordu. Şeyh, bazı rahatsızlıkları konusunda tedavi olmaya ve hastalığını öğrenmeye her ihtiyaç duyuşunda, hastalığını mazeret olarak görmez ve doktora bizzat kendisi giderdi.[9]
2- Hizmetinde bulunanlara hiç bir zaman iki işi bir arada emretmezdi. Önce birini, o bittikten sonra ikincisini emreder ve şöyle derdi: “Hizmetimi görenin, ikinci işi de aklında tutma yüküne katlanmak zorunda kalmaması için böyle davranıyor, o işi akılda tutma meşakkatini hizmetimde bulunanlara değil kendi nefsime yüklüyorum.”
3- Haklı olmadıkça kimseye aracılık etmezdi. Eğer bunun, aracı olarak gittiği kimseye bir yük getireceğini bilecek yahut sanacak olursa, yine kesinlikle aracılığı kabul etmez ve bu hususta şöyle derdi: “Aracılığın söz konusu olduğu bir işte insanlar kendisine aracılık edilen bakımından hassasiyet gösterirken, kendisine aracı olarak gidilen kimse bakımından aynı hassasiyeti göstermiyorlar. Oysa bir insana yardım etmek müstehab iken, başkasına eziyetten sakınmak vaciptir. Müstehabı yerine getirmek için vacip nasıl terk edilir.”[10]
4- İsterse en sevdiği kimselerden biri olsun ve yanında kalmasını gönülden arzu etsin, kendisine konuk olarak gelen hiç kimseye, misafirlik süresini uzatmak için ısrar etmezdi. Ancak kendi rızası ile kalırsa o başka. Aynı şekilde, misafirine ağır gelmemesi için onu, eğer istemiyorsa daha fazla yemek yemeğe de zorlamazdı.
5- Kendisinden cevabî açıklamalar beklediği kimselere her mektup yazdığında -ki bunların, öğrencisi yahut kendisinden yaşça küçük akrabası olması durumu değiştirmezdi- zarfın içine ikinci bir zarf-kâğıt ve pul koyardı.
İşte Şeyh (rh.a) adab-ı muaşeretin ince noktalarına böyle titizlikle riayet ederdi. Kendisinin bu konuda müstakil eserleri de bulunmaktadır. Onun ve müritlerinin Hangâh-ı İmdâdî’deki yaşantıları ve bu tekkede kurdukları sistem, İslamî adabın pratik bir tefsiri idi. Öyle ki insanlar onun arkadaşlarını ahlakta, muamelatta ve adab-ı muaşerette riayet ettikleri inceliklerle tanırlardı.

Vefatı:
Şeyh (rh.a), Safer 1362/1943 yılında vefat edene kadar 48 yıl boyunca Hangâh-ı İmdâdî’de, ilmi, vaazları, eserleri ve terbiye metoduyla insanlara faydalı bir ömür geçirdi. Allah (c.c.) kendisini rahmetine ve rızasına nail eylesin ve onu yüce cennetlerinde meskûn eylesin.
Muhammed Takî el-Osmânî
Dâru’l-Ulûm Hadis Hocası
Karaçi/18 Rebiulevvel/1396
(19 Mart 1976)



[1] Muhammed Yakup ve Muhammed Kasım’ın diğer birçok ileri gelen Hindistan’lı alimle birlikte II. Abdülhamid han zamanında Osmanlı Devleti’ne pek çok maddi ve manevi yardımları olmuştur (Çev.).
[2] Hindistan’da, öğrenimini bitiren öğrencilere ilminin ve güzel yaşantısının alâmet-i fârikası olarak sarık giydirilmesi bir gelenektir.
[3] İngilizce’ye de kısmî bir çevirisi yapılmıştır. (Çev.)
[4] “Va’zu’l-Bâtın”, s. 137’den naklen “Sîretu Eşref” s.137
[5] A.g.e., “Zemmu’n-Nisyân”, s. 15’ten naklen.
[6] Mesmerizm: Alman bilim adamı Frantz Mesmer (1734-1815)’in ortaya attığı teorinin adıdır. Buna göre kimi insan ve hayvanlar manyetik bir çekim alanına sahiptirler ve bu güç sayesinde olağanüstü haller gösterebilirler (Çev.).
[7] “Eşrefu’s-Sevânih”, 2/179.
[8] “Âdâbu’l-Muâşere”den.
[9] “Eşrefu’s-Sevânih”, 2/43.
[10] A.g.e.

Hadislerle Hanefi Fıkhı Kitap Setini Hemen Sipariş Verin!

Kitap gibi takvim Mevlana Takvimi'nin her gün yayınlanan yeni yazılarını kaçırmamak için mobil uygulamalarımızı indirebilir, internet sitemizi ve sosyal medya hesaplarımızı takip edebilirsiniz.

Mevlana Takvimi Mobil Uygulamamızı İndirin!

Kitap gibi takvim Mevlana Takvimi'nin her gün yayınlanan yeni yazılarını kaçırmamak için mobil uygulamalarımızı indirebilir, internet sitemizi ve sosyal medya hesaplarımızı takip edebilirsiniz.

Misvak Kitap

Misvak Neşriyat Tic. ve San. Ltd. Şti.
Ceridehane Sk. No: 4
Cağaloğlu / İSTANBUL