HAKIMU’L-UMME İMAM EŞREF ALİ
et-TEHÂNEVÎ (TANAVÎ)’NİN HAYATI:
Hakîmu’l-Ümme, eşsiz dâhi alimlerden ve ihlaslı seçkin
davetçilerdendi. Onlar ki, Hindistan’da, nur saçan aydınlık birer
lamba idiler. Hayatlarını i’lâ-yı kelimetullâh ve din ilimlerinin
ihyasına adamış, İslâm düşmanlarının İslâm’ın kalesinde açmak
istediği gediklere geçit vermeyen, ıslâm’a davet yoluna baş koymuş
ve bu uğurda rastladıkları her türlü meşakkate dayanan birer
murâbıt idiler.
Doğumu ve Yetişmesi:
Hakîmu’l Ümme 1280/1863 yılı 5 Rebîu’s-sânî sabahı, nesebi
Emiru’l mü’minîn Ömer b. el-Hattâb (r.a.)’a ulaşan bir ailede
dünyaya geldi. Doğum yeri, Muzaffer-Neger (Muzaffar Nagar) şehrine
bağlı Tehâne-Bihûn (Tana-Bawan) köyüdür ki burası, Hint
beldelerinde, yetiştirdiği seçkin ilim adamları, yetenekli
insanlar ve büyük velilerle tanınır. Bunlara örnek olarak,
“Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn” adlı, ilim ehlinin övgüsüne, doğudaki
ve batıdaki marifet ehlinin güvenine mazhar olmuş hacimli ve büyük
ilmî eserin sahibi allâme muhakkik Şeyh Muhammed Ali et-Tehânevî
(Tanavî)’yi, Hâfız Muhammed Dâmin eş-Şehîd’i, el-Hâc İmdâdullâh
el-Muhâcir el-Mekkî’yi gösterebiliriz. Bu saydığımız üç isim,
Hindistan’ın her köşesinde “Üç Kutuplar” olarak bilinirler. Allah
(c.c.) onlara geniş rahmetiyle muamele etsin.
İşte
Hakîmu’l Ümme ilim, din, vera ve takva ile mamur olan bu köyde
dünyaya geldi ve bozulmamış bir dinî çevrede büyüyüp yetişti.
Kur’an’ı ezberledi ve ilk Farsça, Arapça ve din ilimleri
öğrenimini burada yetenekli hocalar elinde tamamladı. İlk yetişme
çağlarından itibaren ilme ve ulemaya düşkünlüğü, ibadet ve taata
meyli ve eğlence ve oyundan uzaklığı ile temayüz etti.
Küçüklüğünden itibaren, ince tabiatı sebebiyle, hiçbir çocuğun
çıplak karnına bakmaya tahammül edemezdi. ‚ocuklardan biri aniden
onun önünde karnını açacak olsa hemen kusardı. Bu yüzden de
çocuklar, karşısına geçerek kusması için karınlarını açarlardı.
Bazen öyle olurdu ki, ard arda kusmaktan bitap düşerdi. İşte bu
hassas yapı, kendisine Allah (c.c.)’ın lutfettiği ve avama
karışmasını engelleyen bir özellikti ki, bu sayede avamın
oyun-eğlencesinden ve abes işlerinden uzak kalmıştı.
Allah
(c.c.) rahmet eylesin, daha 12 yaşında bir çocukken gece namazını
alışkanlık haline getirmişti. Amcasının hanımı bazan gece yarısı
uyandığında onu namaz kılarken görürdü. Üzerine titrediği için bu
ameli biraz azaltmasına çalışsa da o, bunu nefsine yerleştirdiği
için önemsemez ve namazına devam ederdi.
Böylece
vatanında din ilimlerine giriş bilgilerini aldıktan sonra 15
yaşına geldiğinde Deoband’daki Dâru’l Ulûm’a geldi. Burası öteden
beri Hindistan’ın en büyük Din ilimleri merkezi, ilim, marifet,
fazilet ve takva ehlinin yoğunlaştığı bir yer ve ilim ve dinin
verimli kaynaklarından biridir. Binlerce ilim adamı burada üstün
bir seviye elde ederek yetişmiş, derin düşünce, amel-i salih, kavi
bir din anlayışı ve Allah (c.c.)’a daveti ile O’nun yolunda cihad
konusunda selim zevk sahibi birer uzman olmuşlardır.
Allah
(c.c.) rahmet eylesin, Hakîmu’l-Ümme, bu mübarek merkeze dahil
olmuş ve bütün arabî, edebî, aklî ilimleri burada kapasiteli,
yetkin ve vukufiyet sahibi ve ilim önderlerinin hatıralarını
yenileyen üstadlardan tahsil etmiştir. Bunlardan biri, ilim ve
takva’da elde ettiği mevkiden ötürü “Şeyhu’l-Hind (Hindistan’ın
Hocası)” ünvanı verilen büyük mücahid imam Şeyh Mahmud Hasan
ed-Diyûbendî (Deobandî)’dir. Kendisine bu ünvanın verilmesinin bir
sebebi de, Hindistan’ın, zalim sömürgeci İngilizlerin işgalinden
kurtarılması yolunda sarf ettiği üstün çabalardır. Yine bu
hocalardan bir diğeri, mevlana arif muhakkik Şeyh Muhammed Yakub
en-Nânûtevî (Nanotavî)’dir. Kendisi, bütün ilim ve fenlerdeki
üstünlüğü, zikir ve ibâdât-ü taatle çok meşgul oluşuyla
tanınmıştır. Bu üstadlardan bir başkası, imam Mevlana Şeyh
Muhammed Kasım en-Nânûtevî (Nanotavî)’dir[1] ki, Dâru’l-Ulûm’un
Diyubend (Deoband)’deki kurucusu olup, kıvrak zekâsı, derin fikrî
yapısı ve Kelam, Akaid, Fıkıh ve Hadis konularında yazdığı nefis
eserlerle ün yapmıştır. Bu üstadlardan bir başkası da, aklî
ilimlerde zirveye ulaşmış bulunan Mevlana Şeyh Seyyid Ahmed
ed-Dihlevî’dir. Bu zat da herhangi bir hocadan öğrenmeksizin, sırf
kendi çalışmalarıyla Matematik alanında kaynak kişi haline
gelmişti.
Kısacası Hakîmu’l-Ümme et-Tehânevî (Tanavî)
(rh.a) Dâru’l-Ulûm’da bunlar ve benzeri hocalar arasında yaşamış,
onların ilim, hizmet ve sohbetlerinden istifade etmişti. Allah
(c.c.) hepsine rahmet eylesin. Bütün öğrenim hayatı boyunca
kitaplarından ve üstadlarına hizmetten başka bir meşgalesi
olmamıştı. Kendisinin, Diyubend (Deoband)’de birkaç yakını vardı.
Bunlar birçok kez Hakîmu’l Ümme’ye gelerek kendisini, geçimini
yanlarında temin etmeye davet etmişlerdi. Ancak o, buraya ilim
öğrenmekten başka bir amaç için gelmediğini belirterek, mazur
görülmesini istemişti. Öğrenimini tamamlayana kadar da 5 yıl
süreyle onların yanına gitmemişti.
O dönemlerde
Hristiyanlar ve Hindular, Hindistan’ın dört bir yanına propaganda
heyetleri gönderiyorlar ve bunlar da müslümanlara meydan okuyarak
münazaraya çağırıyorlardı. Bir seferinde Hakîmu’l Ümme (rh.a) de
bir fırsatını bularak onların münazaralarına katıldı ve apaçık
beyanları ve sağlam hüccetleriyle onlara galip geldi. Bu olaydan
sonra onun sahib olduğu tartışma gücü ve konuşma yeteneği
öğrenciler ve hocalar arasında şöhret buldu.
Ancak bütün
bunlar onun Diyubend (Deoband)’deki öğrencilik dönemlerine
aittir.
Çünkü kendisi, olgun bir şeyh olduktan sonra, bu türlü
münazara ve görüşmelerin ihlas ve sıdk’a muhtaç bulunduğunu ve
insanları hidayet ve irşad hususunda bu yolla başarıya nadiren
ulaşıldığını görmesi sebebiyle tartışma ve cedelden en fazla uzak
duran kişi olmuştu.
Dâru’l-Ulûm’daki öğrenimini bu
şekilde tamamladıktan sonra 1300/1882 yılında buradan mezun oldu.
Burada onun tevazuunu gösteren bir olayı nakledelim: Mezun olduğu
medrese yönetimi, diploma ve sarık[2] dağıtımı için büyük bir
tören düzenlemeye karar verdiğinde şeyh (rh.a) tedirgin olmuş ve
birkaç arkadaşı ile birlikte o zaman baş müderris olan üstad
Mevlana Şeyh Muhammed en-Nânûtevî (Nanotavî) (rh.a)’ye giderek
şöyle demişti:
-“Medrese yönetiminin bizlere, ilmî yeterlilik
diploması vereceğini ve başımıza sarık giydirileceğini duyduk.
Ancak gerçekte bizler bu diploma ve ikramı hak etmiş değiliz ve
bunun, bizim gibi ilimden nasipsiz kimseleri mezun etmesi
sebebiyle medrese hakkında da su-i zanna yol açacağından
korkuyoruz.”
Ancak Şeyh en-Nânûtevî (Nanotavî)’nin
cevabı şu oldu:
-“Sizler böyle sanıyorsunuz, çünkü her biri
ilimde bir otorite olan hocalar arasında bulundunuz ve onlar
yanında kendi ilminizi gözünüz görmüyor. Ben sizlerin bu
medreseden mezun olacak ilmî seviyede olduğunuza şahadet ediyorum.
Kadriniz bilinecektir inşaallah ve sizler ilim meydanında engel
tanımayan seçkin birer kişi olacaksınız.”
Bu söz gerçekleşmiş
ve Hakîmu’l-Ümme (ks), ulemanın ve avamın başvurduğu en büyük
merci olmuş, bulunduğu yer ilim ve din için en önemli merkez
haline gelmişti. Dönemin alimleri onun ilimde ve takvada benzersiz
ve yegâne kişi olduğuna şehadet etmiştir…
O dönemler
Kanpur’da “el-Feyzu’l-Âmm” adında ünlü bir medrese vardı. Mevlana
Şeyh Ahmed Hasan el-Emrûhevî burada ders veriyordu. Kendisi, kolu
bütün ilimlere uzanan ve özellikle de aklî ilimlerde otorite olan
üstün bir alim idi. Burada bazı yetkililerle ters düşmüş ve bu
medresedeki tedris görevini bırakarak aynı yerde başka bir medrese
tesis etmişti.
Bunun üzerine el-Feyzu’l-Âmm medresesi
yöneticileri, Diyubend (Deoband) alimlerinden, kendilerine bir
hoca göndermelerini istemişlerdi. Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) de
Dâru’l-Ulûm’dan aynı sene mezun olmuştu. Hocaları, söz konusu
davete icabeten göndermek üzere kendisini seçtiler ve Şeyh (rh.a),
1300/1880 yılı Safer ayında Kanpur’a gitti. İşte onun, h. 14.
yüzyılın başında insanlara faydalı olmak için ilk açılışı bu
şekilde olmuştur. Bu sebepledir ki kimi alimler onu, bu yüzyılın
Hindistan’daki müceddidi olarak görürler.
Şeyh (rh.a)
bu şekilde Kanpur’da tedris, davet, irşad ve telif faaliyetlerini
yürüttü. Burada derin ilmi, öğreticilik yeteneği ve hitap gücüyle
öğrencileri arasında şöhret yapmış ve genç yaşına rağmen kendisine
“Tecrübeli Hoca” ünvanı verilmiştir.
Daha sonra kendisi
burada bir başka medrese kurmuştur ki “Câmiu’l Ulûm” adındaki bu
medrese, Allah (c.c.)’ın fazlıyla halen ayaktadır. Şeyh (rh.a)
burada pek çok öğrenci yetiştirmiştir. Bunlar arasında en önemli
isimler olarak Mevlana Şeyh Muhammed İshâk el-Berduvânî (Bu zat,
“Sahihu’l-Buhârî”nin tümünü ezberlemişti.), Mevlana el-Hakîm
Muhammed Mustafa el-Becnûrî (Urduca bir çok kıymetli eserin
sahibidir) ve ilminin büyüküğü ile otoritesine şahit olarak
“İ’lâu’s-Sünen”i anmanın yeterli olacağı Mevlana Zafer Ahmed
el-Osmânî sayılabilir.
Şeyh et-Tehânevî (Tanavî),
Kanpur’da 14 yıl boyunca dersleri, va’z-u nasihat ve çeşitli
eserleri ile insanlara faydalı olduktan sonra halvet kendisine
daha sevimli geldi ve 1315/1897 yılı Safer ayında Kanpur
Medresesi’ndeki tedris görevinden ayrıldı. Yerine öğrencisi
Mevlana Şeyh Muhammed İshak el-Berduvânî geçti ve kendisi vatanı
olan Tehâne-Bihûn (Tana-Bawan)’a dönerek şeyhinin “Hangâh-ı
İmdâdî” diye adlandırılan zâviyesine çekildi. Mekke’ye hicret
etmiş olan Şeyhi el-Hâc İmdâdullâh kendisine daha önce böyle
vasiyet etmişti. Şeyh (rh.a) 1362/1943 yılında vefat edene kadar
bu zaviyede ikamet etmiştir. Büyük cemiyetlerin ve dünya çapındaki
ilmî meclislerin bile gerçekleştirmekten aciz olduğu büyük dinî
faaliyetleri Allah (c.c.) bu zaviyede onun eliyle
gerçekleştirdi.
Sözünü ettiğimiz bu faaliyetlerin
bütününü veya çoğunluğunu bu özet biyografide dile getirmek
gerçekten zordur. Ancak biz burada bunlardan bir kısmını anacağız.
Başarı Allah (c.c.)’tandır.
Eserleri:
Hakîmu’l-Ümme Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a), yaşadığı
dönemde, insanların, en çok telifi bulunanıdır. Hatta içinde
bulunduğumuz yüzyılda bile telif çokluğu bakımından, onun
bıraktığı sayıya ulaşmak şöyle dursun, yaklaşan dahi mevcut
değildir. Kendisi, arkasında, küçüklü-büyüklü matbu 1000 (bin)
kitap bırakmıştır. Şu yüzyılda müslümanların ihtiyaç duyduğu
hiçbir dinî konu yoktur ki, Şeyh’in o konuda bir risalesi, kitabı
veya matbu va’z-u nasihat metni bulunmasın. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, bunların hepsini bu kısa mukaddimede
zikretmekten aciziz. Ancak bunlardan önemli bazılarından söz
edeceğiz.
Tefsir konusunda:
Şeyh’in Urduca, büyük boy ve hacimli 4 ciltten müteşekkil
“Beyânu’l-Kur’ân” adlı bir eseri bulunmaktadır. Bu eser, Tefsir,
Nahiv, Belagat, Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf konularında önemli ilmî
hususlar ihtiva etmektedir. Bu eserin kıymeti ancak, diğer
tefsirler üzerinde yapılan uzun boylu çalışmalardan sonra
kendisine müracaat edildiğinde bilinebilir. Zira bu tefsir,
diğerlerinin özü ve ilmî kapsayıcılık özelliği olan bir
özetidir.
Kendisi Arapça bir “Ahkâmu’l-Kur’ân” telif
ederek, Kur’an-ı Kerim’den istinbat edilen fıkhî kelamî meseleleri
ve özellikle bu asırda cereyan eden ve öncekilerin eserlerinde
sözü edilmeyen hususları toplamayı çok arzu etmişti. Ne var ki
ömrünün son dönemlerinde olduğu için bizzat telif etme işi
kendisine ağır gelmişti. Bu sebeple söz konusu çalışmayı
gerçekleştirme görevini ulemadan şu dört kişiye verdi: Mevlana
Şeyh Muhammed Şefî’ Mevlana Müftî Cemil Ahmed (Allah ikisini de
korusun), “İ’lâu’s-Sünen” sahibi Mevlana Şeyh Zafer Ahmed
el-Osmânî ve muhaddis Mevlana Şeyh Muhammed İdris el-Kandehlevî
(Allah ikisine de rahmet etsin).
Mevlana Şeyh el-Osmânî
ve babam Müftî Muhammed Şefî’ bu eserin ikişer cüzünü, Mevlana
Şeyh el-Kandehlevî de bir cüzünü yazdılar ve bu cüzler Karaçi’de
taşbaskı yöntemiyle basıldı. Allah-u Teâlâ (c.c.) bizi, bu eseri
okuyucuların memnun olacağı şekilde basmaya muvaffak eylesin.
Yine
Tefsir konusunda Şeyh’in “et-Taksîr Fi’t-Tefsîr” adlı bir risalesi
bulunmaktadır ki bu risalede bazı çağdaş tefsirleri eleştiri
süzgecinden geçirmiş ve çağımızda pek çok kimsenin gafil kaldığı
Usul-i Tefsir hakkında nefis kaideler şerh etmiştir. Bunun dışında
Şeyh’in, Kur’an ilimleri ve Tefsir hakkında 23 risalesi daha
bulunmaktadır.
Hadis konusunda:
Bu alanda bizzat kaleme aldığı “Câmiu’l-Âsâr” ve
“Tâbiu’l-Âsâr” adlı eserleri bulunmaktadır ki, inşaallah bunlardan
ileride ayrıca söz edeceğiz. Keza bu konudaki çalışmaları
meyanında, “İ’lâu’s-Sünen”in telifine yaptığı yardımları
anmalıyız.
Fıkıh konusunda:
Bu
konuda da yine Urduca yazdığı 6 büyük ciltlik “İmdâdu’l-Fetâvâ”
adlı bir eseri bulunmaktadır. Bu eser, kendi fetvalarından
oluşmaktadır. Hakîmu’l-Ümme (rh.a), Hindistan’daki en büyük fetva
mercii idi.
Kendisine, yeryüzünün doğusundan ve batısından
müsteftî (:fetva isteyen)ler başvurur, büyük alimler, çözümünde
zorlandıkları güç meseleleri kendisine yazarlar ve o da bunları en
ince noktalarına kadar açıklar, onların gönüllerini rahatlatır ve
susuzluklarını giderirdi. Şu bir gerçektir ki, “İmdâdu’l-Fetâvâ”,
onun, Fıkıh’taki yetkinliğinin en güzel şahididir. Bu eserde nefis
fıkhî meseleler ve son asırlarda gündem oluşturmuş konuların büyük
bir kısmının açıklaması bulunmaktadır. Bu kitap, günümüzde de
Pakistan, Hindistan ve Bangladeş’teki müftülerin en büyük kaynağı
olarak kabul edilir.
Yine Fıkıh konusunda Şeyh’in
“Behişti Zevar” (Arapçası “Huliyyu Ehli’l-Cenne”)[3] adını taşıyan
ve büyük boy yaklaşık 700 sayfa halindeki kitabı, Tasavvuf, Akaid
ve Fıkhın bütün konularının meselelerini topladığı bir eser olup,
aslında kadınların eğitimi amacıyla kaleme alınmıştır. Yukarıda
zikredilen dini nitelikli konulara ek olarak bu eserinde,
kadınların, aile hayatında ihtiyaç duydukları bütün dünyevî
konuları da toplamıştır. Ulemadan bir cemaat da bu eserin
telifinde kendisine yardımcı olmuştur. Her ne kadar bu eserle
kadınlara faydalı olmak amaçlanmışsa da, erkeklerin de ondan büyük
oranda istifade ettikleri bir gerçektir. Alimler de ondan müstağni
kalamamışlardır ve kitap, yöresel bir çok dile tercüme
edilmiştir.
Yine bu meyanda onun “Tahzîru’l-İhvân Ani’r-Ribâ
fi’l-Hindistân” ve “Râfiu’d-Dank An Menâfii’l-Bank” adlı eserleri,
faiz meselesini hassasiyetle incelediği kitaplardır. Ayrıca
“el-İktisâd Fi’t-Taklîd Ve’l-İctihâd” adlı eseri vardır.
“Hilyetu’n-Nâcize Li’l-Halîleti’l-Âcize” adlı eseri de kayıp,
innîn (: iktidarsız), mecnun ve geçimsiz eşlerle tefviz-i talâk (:
Nikâh anında veya evlendikten sonra kadına boşanma yetkisi
verilmesi) ve bülûğ konularını işlemektedir. Bu meselelerin büyük
çoğunluğunda Malikî mezhebine göre fetva vermiş, bunu yaparken de
Malikî alimlerinden fetva istemek suretiyle bu mezhebi tahkik
etmiştir. Şeyh’in, bunlar dışında, tek konulu fıkhî meseleleri ele
aldığı risaleleri de bulunmaktadır.
Akaid ve Kelam konusunda:
“el-İntibâhâtu’l-Mufîde Fi’l-İştibâhâti’l-Cedîde”. Bu,
konusunda benzersiz bir kitaptır. Burada müslümanlar arasına
mülhidler tarafından sokulan çeşitli şüpheler ve batı tarzı bir
hayat yaşamaya çalışanların irtikâb ettikleri kimi tahrifatlar ele
alınmış ve bunlara beliğ ve yetkin bir biçimde cevaplar
verilmiştir. Keza bu eserde temel itikadî meseleler aklî
delillerle isbatlanmış, akl-ı selim sahibi ve hakkı bulmayı
arzulayan kimselere ikna edici bir şekilde sunulmuştur. Allah
(c.c.)’ın tevfikiyle biz bu eserin İngilizce çevirisinin baskısını
gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Yine bu babda şeyhin
“el-Mesâlihu’l-Akliyye Li’l-Ahkâmi’n-Nakliyye” adlı eserini
zikretmeliyiz ki, bunun da İngilizcesinin baskısı yapılmıştır.
Gayrimüslimler tarafından İslam’a ve onun öğretilerine yapılan
övgüleri topladığı “Şehâdetu’l-Akvâm Alâ Sıdki’l-İslâm”,
“Islâhu’l-Hayâl”, “Eşrefu’l-Cevâb”, “el-İksîr Fî İsbâti’t-Takdîr”,
“el-Hitâbu’l-Melîh Fî Tahkîkî’l-Mehdî Ve’l-Mesîh”, “Zeyl Alâ
Şerhi’l-Akâdi’n-Nesefiyye”, Felsefeyi red hakkındaki
“Dirâyetu’l-İsme”, “Hidâyetu’l-Hikme” ve bunlar dışındaki pek çok
risalenin de bu meyanda kaleme alınanlar cümlesinden bulunduğunu
belirtelim.
Tasavvuf konusunda:
Kur’an-ı Kerim’den Tasavvuf ve seyr-u sülûk meselelerinin
istinbat edildiği arapça bir eser olan “Mesâilu’s-Sülûk Min Kelâmi
Meliki’l-Mülûk”, Tasavvuf meselelerinin istinbat edildiği hadis-i
şerifleri topladığı ve Tasavvuf usûlüyle temel Tasavvufî
meselelerin zikriyle birlikte doyurucu bir şekilde şerh edildiği
“et-Teşerruf Bi Ma’rifeti Ahâdîsi’t-Tasavvuf” 8 cilt hacmindeki
“Şerhu’l-Mesnevî Li-Mevlânâ er-Rûmî”, iki ciltlik
“Meârifu’l-Avârif”, “et-Tekeşşuf An Mühimmâti’t-Tasavvuf”,
“Telhîsu’l-Bidâye Li’l-Gazzâlî”, irşad isteyenlerin, kalbî
hastalıkları konusunda yazdıkları mektuplara verilen cevaplardan
oluşan “Terbiyetu’s-Sâlik Ve Tenciyetu’l-Hâlik”. Bu eserde kalbî
illetlerin idraki ve ilacı hususunda bediî pek çok nükte yer
almaktadır ki bu konuda bunun dışında, bildiğimiz kadarıyla başka
bir kitap mevcut değildir. Tasavvufa ilişkin bu saydıklarımız
dışında başka risaleleri de bulunmaktadır.
Davet ve İrşad konusunda:
Bu konuda da, “Hayâtu’l-Müslimîn”, “Ta’lîmu’d-Dîn”,
“Fürû’u’l-Îmân”, “Cezâu’l-A’mâl”, “Âdâbu’l-Mu’âşere”,
“Hukûku’l-İslâm”, “Hukûku’l-Vâlideyn”, “İrşâdu’l-Hâim Fî
Hukûki’l-Behâim”, “el-Kavlu’s-Sevâb Fi Mes’eleti’l-Hicâb”,
“İlkâu’s-Sekîne Fî İbdâi’z-Zîne”, “Islâhu’r-Rusûm”, batıl
inançları ve bid’atleri red konusundaki “Hıfzu’l-Îmân”, “Ağlâtu’l
Avâm”, “Islâhu ınkılâbi’l-Ümme”, “Hukûku’l-İlm”, “Kesretu’l-Ezvâc
Li Sâhibi’l-Mi’râc”, “Islâhu’n-Nisâ” ve daha pek çok kitabı
vardır.
Zikir ve Dualar konusunda:
“el-Me’mûlu’l-Makbûl Fî Kurbâtin İndellâh ve
Salavâti’r-Resûl”. “Hısnu’l-Hasîn”deki me’sur duaları özet halinde
topladığı ve 7 hizb (bölüm) halinde düzenlediği bu eseri,
Hindistan’daki bütün müslümanların evlerinde rastlanabilen ve her
gün okunan bir eserdir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’e getirilen salavât
çeşitlerini ihtiva eden “Zâdu’s-Sa’îd”, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
ve Hulefa-i Râşidîn (r.a.)’in hutbelerini topladığı
“el-Hutabu’l-Me’sûre”, “Hutbâtu’l-Ahkâm li Cumu’âti’l-åmm”,
“Zevâlu’s-Sene An A’mali’s-Sene”.
Sîret konusunda:
“Neşru’t-Tîb Fî Zikri’n-Nebiyyi’l-Habîb”.
Diğer konularda:
“Bevâdiru’n-Nevâdir”, “Bedâiu’l-Ferâid”, “el-Letâif
Ve’z-Zarâif”…
Yukarıda da belirttiğimiz gibi sayılan bu
eserler, onun bıraktıklarının cüz’î bir parçasıdır. Ciltler dolusu
matbu va’z-u nasihat metinleri bunlardan hariçtir ki aşağıda bu
kısımdan bahsedeceğiz.
Şeyh (rh.a), Diyubend
(Deoband)’de öğrenim gördüğü sıralarda vaaz ve hitabet pratikleri
yapılır, her cuma gecesi öğrencilerin toplandığı oturumlar tertip
edilir ve konuşurken kullanılan ifadeler üzerinde hassasiyetle
durulurdu. Şeyh (rh.a), bu toplantıların önde gelen
simalarındandı. Öyle ki, öğrenimini tamamladıktan sonra, zamanının
en ünlü hatip ve vaizlerinden biri olmuştu. Kanpur’daki ikameti
sırasında da va’z-u nasihatlerde bulunur ve her tarafta kendisi
için toplantılar yapılırdı. Daha sonra bu toplantılar, tüm
Hindistan’ı sardı. Vaazları ülkenin dört bir yanında şöhret buldu
ve bu toplantılara katılmak için her türlü güçlüğe katlanarak uzun
yolculuklar yapılır hale geldi. Onun vaazlarını dinlemek, bulunmaz
bir fırsat olarak değerlendiriliyordu ki gerçekten de öyleydi.
Onun vaazları uçsuz bucaksız bir deniz gibi derin ve yoğundu. Bu
vaazlarda, gerçekten uzun mesafeler kat etmeye değer ilim ve
hikmet parıltıları, nadir konular, değerli misaller ve latifeler
yer almakta, tefsir, fıkıh, hadis ve tasavvuf konularında
kitaplarda rastlanamayacak bilgiler bulunmaktaydı. Bu
konuşmalarında Şeyh’in ağzından, kalpleri aydınlatan ve zihinleri
nurlandıran irfan incileri dökülürdü.
Onun vaazlarının, bu
asırda bir benzeri daha bulunmayacak şekilde nefisleri ıslah edici
ve fikirleri güçlendirici bir özelliği vardı. Bu vaazları
dinledikten sonra, alışkanlık haline getirdiği kötülüklerden
vazgeçen insan sayısı oldukça fazladır. Aynı şekilde, nefsin heva
ve heveslerine ve bid’atlere dalmış pek çok kimse bu vaazlar
sayesinde tevbe etmiş, çeşitli şüpheler içinde çırpınan binlerce
insan, iman ve yakîn’e yol bulmuştur. Onun vaazlarıyla hayatında
bir devrim meydana gelen erkek ve kadın sayısı binlerle ifade
edilmiştir. Allah (c.c.)’a hamd ediyoruz ki bu vaazların büyük bir
çoğunluğu, öğrencileri ve irşad ettiği kimseler tarafından anında
kaydedilmiş ve bunlar, her biri en az 600 sayfadan oluşan 20 cilt
halinde basılmıştır.
Bu matbu vaaz metinleri, gürül gürül
akan bir kaynak olarak günümüze kadar gelmiş, hiçbir şekilde
azalmamış, kesilmemiştir. Bu beldelerde hesaba gelmeyecek sayıda
insan bulunmaktadır ki, Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) ile sohbet
etmedikleri ve onu görmedikleri halde, bu matbu vaazlar sayesinde
onun sohbetlerinin faydasını görmüş, bu sayede hayatlarında büyük
bir dinî inkılap meydana gelmiştir.
Vaazlarından ötürü
herhangi bir karşılık almamak onun adetiydi. Hatta vaaz sonrası
kendisine, herhangi bir hediye getirilecek olsa onu bile asla
kabul etmezdi. Vaazlarında terhîb (korkutma, tehdit etme) yerine
tergîb’i (teşvik etme, sevdirme) tercih eder ve şöyle derdi:
“çağımız insanının tabiatını inceledim ve korkutmak yerine lisan-ı
münasiple teşvik etmenin daha yararlı olduğunu gördüm. Bu
yüzdendir ki vaazlarımda daha az korkutma ve daha çok müjdeleme
yolunu tercih etmekteyim.”[4]
Vaaza başlamadan önce de şöyle
dua ederdi: “Allah’ım, beni burada hazır bulunanların ihtiyaç
duydukları ve durumlarını düzeltecek şeyleri açıklamakta başarılı
kıl!”[5]
Vaazlarında durum gerektirmedikçe müslümanlar
arasında ihtilaf konusu olan hususlara değinmez, değinmek zorunda
kalınca da bu türlü meseleleri, yumuşaklık ve tatlılıkla şerh
ederdi. Böyle durumlarda, muhaliflerine kaba konuşmak ve zamanımız
vaizlerinin yaptığı gibi aleyhlerinde mübalağalı davranmak yerine
hikmet ve güzel öğüt yolunu tutar ve peygamberleri örnek alarak
yumuşak söz ve mev’ıza-i hasene ile hitabı tercih ederdi.
Şeyh
(rh.a), Hangâh-ı İmdâdî’deyken hergün öğleden sonra genel bir
toplantı düzenlerdi. Öğrencilerinin ve halkının katıldığı bu
toplantılarda onlara va’z-u nasihat eder ve çeşitli sorularını
cevaplandırır, hemen her konuyu işlerdi. Orada hazır bulunanların
bazıları, Şeyh’in söylediklerini yazardı. Bunlar, daha sonra
“el-Melfûzât” adıyla basılmıştır. 20 ciltten fazla olan
“el-Melfûzât”ta ilim, hikmet, letaif, kıssalar, tarihî haberler,
vaaz, ibret, ıslah, irşad, edep, ahlak, eleştiri, reddiye vb. gibi
pek çok husus yer alır. Hint alimleri bu eserin, sağlam bir dinî
anlayışın oluşmasında ve amel-i salihe teşvik konusunda oldukça
etkili olduğunu tecrübe etmişlerdir.
Tasavvufa Sülûku
Ne kadar geniş olursa olsun, bir başına ilmî kapasite ve
inceleme yeteneğinin, insanın güçlü bir dinî teribiye kazanmasında
yeterli olmadığını tecrübeler göstermiştir. Şu bir gerçektir ki,
nefislerin ıslahı, kalplerin temizlenmesi, güçlendirilmesi ve
ahlakın güzelleştirilmesi, Allah (c.c.) erlerinden biri örnek
edinilmedikçe onunla birlikteliğe ve sohbetine devam edilmedikçe,
onun terbiye ve öğretilerinden müstefid olunmadıkça ve bu yüce
bağışlar nefse celbedilmedikçe, hemen hemen mümkün değildir! Bu
yüzdendir ki Yüce Allah (c.c.) “es-Sırâtu’l-Müstakîm (: Dosdoğru
yol)” kavl-i şerifini, “Kendilerine ni’met verdiklerinin yolu”
(1/el-Fâtiha, 6-7) diye tefsir buyurmak suretiyle bu yolun Allah
(c.c.)’ın kendilerini ni’metlendirdiği nebilerin, sıddıkların,
şehitlerin ve salihlerin yürüdüğü yol olduğunu bildirmiş, keza Hz.
Peygamber (s.a.v.) de, “sırat-ı müstakîm”i, “Benim ve ashabımın
üzerinde bulunduğumuz yol” diye tefsir etmiştir. Allah Teâlâ
(c.c.) şöyle buyuruyor: “Ve bana gönülden dönenlerin yoluna tabi
ol.” (31/Lokmân, 15) Ve yine şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler!
Allah’tan korkun ve sıddıklarla beraber olun.” (9/et-Tevbe, 119).
Bu ayetler, “sırât-ı müstakîm”den kastın, kişinin, Allah (c.c.)’a
dönenlere ittibası ve nefislerini temizlemiş ve nefsî duygularını
yerli yerine oturtmuş sadıklarla sürekli beraber bulunması
olduğuna delalet etmektedir. Bu yüzdendir ki, Sahabe ve Tabiun
döneminden bu yana ulemanın adeti, yalnızca kitap mütalaası, hadis
ezberi ve ders halkalarıyla yetinmeksizin, Allah (c.c.) erlerine
mülazemetle onların sohbet ve hizmetlerinden istifadeye önem
vermek olagelmiştir.
Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a),
şeyhlerine mülazemete çok düşkündü, onların hizmetlerinde bulunma
konusunda hırs sahibi idi. Öğrencilik dönemini tamamladıktan sonra
da basiretli ârif-i billah el-Hâc İmdâdullâh el-Muhâcir
el-Mekkî’ye tasavvufî anlamda bey’at etmişti. Böylece şeyhi ile
bir müddet birlikte olmuş ve sohbetinden istifade etmişti. Bu
olay, babasının kendisini 1300/1882 yılında hacca götürdüğü zamana
rastlar. Şevvâl ayında Beytullah’ı ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
Ravza-i Mutahhara’sını ziyaret ettikten sonra tekrar hacca
gitmiştir ki, bu defa şeyhinin yanında 6 ay kalmış ve ondan bir an
bile ayrılmamıştır. Orada kaldığı bu kısa süre içinde adeta
şeyhinin bir aynası olmuş, onun ahlakına ve kişiliğine
bürünmüştür.
Öyle ki, sonunda bulunduğu beldede
ibadeti, zühdü, vera’ı ve talim-terbiyede takibettiği yolun
güzelliğiyle bilinir olmuştur. Tasavvuf yolunu, sonradan
uydurulmuş hurafelerden ve çirkin bid’atlerden temizlemiş, o yolu
tecdid eden biri olmakla ün yapmıştır. Şimdi onun bu meyandaki
çalışmalarından bir parça söz edelim:
Tasavvuf ve Seyr-u Sülûk Sahasındaki Tecdidi:
O dönemde insanlar Tasavvuf ve sülûk konusunda ifrat veya
tefride düşmekten kurtulamıyorlardı. Yelpazenin bir
tarafındakiler, Tasavvuf ve sülûk’un, sonradan uydurulmuş bir
bid’at olduğunu, Kitap ve Sünnet’te yeri bulunmadığını savunurken,
bunların karşıtı olanlar da Tasuvvuf ve sülûk’un, bu yola
girenlerde ortaya çıkan kimi keşif, olağanüstü hal ve kalbe doğan
parıltıların adı olduğuna inanıyorlardı. Bu ikinci grubun
iddiasına göre kişide meydana gelen bu haller ve nefsî tecrübeler,
dinin hedefinin ta kendisidir. O kadar ki, bu ahvale erişen bir
kimse, onlara göre zahirî şer’î hükümlerin bağından da
kurtulmuştur. Bir kişiden bu gözbağcılık ve tasarruflardan
bazıları sudur ettiğinde veya uyanık yahut uykudayken birtakım
keşif ve olağanüstü hallerine şahit olunduğunda o kimse, akidesi
sapık veya ameli ve ahlakı bozuk olsa bile insanlar tarafından bir
önder ve imam olarak telakki edilirdi.
Hakîmu’l-Ümme
Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a), yukarıda belirttiğimiz her iki
görüşü hem teorik ve hem de pratik olarak çürütmüştü. Teorik
olarak yaptığı çalışma kitapları, hutbeleri, vaazları ve sohbet
meclisleriyle Tasavvuf ve İhsan’ın, dinin cüzlerinden bir cüz ve
İslam’ın şubelerinden bir şube olduğunu isbat üzerine
yoğunlaşıyordu. Bu çalışmalarda vurguladığı şuydu: Kitap ve Sünnet
ahkâmı ikiye ayrılır. Bunlardan ilki, bir takım azalarla yerine
getirilen zahirî amellere taalluk eder namaz, oruç, zekât, hac,
nikâh, talak vb. gibi. Bunlar, fukaha tarafından kitaplarda
işlenmiştir. İkinci kısım ise, yeri kalpler ve ruhlar olan batınî
amellere taalluk eder. Bu kısımda da emir ve nehiyler vardır.
Emredilenler sıdk, ihlas, havf, reca, şevk, üns, sabır, şükür,
tevazu, huşu, Allah (c.c.) ve Resulünü (s.a.v.) sevmek, Allah
(c.c.) korkusu inabe vb. Nehyedilenler ise, riya, gösteriş,
kendini beğenme, büyüklenme, kin, haset, ümitsizlik, karamsarlık,
mal ve makam sevgisi ve bunlara benzer hususlardır.
İşte
Tasavvuf, ilahi hükümlerin bu ikinci kısmına ağırlık vermiştir,
tıpkı fıkıhın, birinci kısma ağırlık verdiği gibi! Kur’an ve
Sünnet, bu çeşit nasslarla doludur. Kaldı ki, insanın batınî
yönüne müteallik hükümlerin yerine getirilmesi, adeten ancak
üstüne düşmekle, öğrenmekle, terbiye ve mümarese ile mümkündür.
‚ünkü riya, kendini beğenme ve benzeri batınî hastalıklar,
hastanın kendisinin idrak edemeyebileceği gizli hastalıklardır ki
bunları ancak hastanın vesveselerine, düşüncelerine, fikirlerine,
amellerine, hareketine ve menziline hakkıyla vakıf arif birisi
idrak edebilir. İşte Tasavvuf’ta bu zata “Şeyh”, ona rücu etmeye
ise “Bey’at” denir.
Şeyh et-Tehânevî (Tanavî), yukarıda
sözü edilen keşifler, harikuladelikler, tasarruflar, rüya ve diğer
birtakım hallerin kesinlikle Tasavvuftan (tasavvufun amacından)
olmadığını isbat etmiştir. Şu bir gerçektir ki Allah Teâlâ (c.c.),
Sahabe ve evliya eliyle birtakım kerametler izhar etmiştir. Yine
Allah Teâlâ (c.c.)’nın, bazı kullarına, sadık keşiflerde bulunma
özelliği lutfettiği de bir gerçektir. Ne var ki bütün bunlar,
dinde amaç edinilen şeyler değildir! Bunlar, şer’î hüccet olma
özelliğine sahip olmadıkları gibi, zuhur ettikleri kişinin
takvasını ve Allah (c.c.)’a yakınlık elde etmiş bir veli olduğunu
da göstermezler! Bu türlü keşif ve tasarrufların gösterilebilmesi
için salah ve takva değil, İslam ve iman şarttır. Hatta fasık ve
kâfirler de pratik ve çalışmayla bu türlü şeyler izhar edebilir.
Nitekim bu gibi haller Mesmerist’lerde de müşahade
edilmektedir.[6]
Tasavvuf’un gerçek amacı ise, üstün bir
ahlakla ahlaklanmak ve nefsanî kötülüklerden kaçınmak olarak
özetlenebilir. Bu yolda kurtarıcı kazanç, İslam şeriatine tam bir
bağlılık ile birlikte bu faziletlerle donanmak ve Sünnet-i
Nebeviyye’ye eksiksiz bir şekilde uymakla elde edilir. Eğer bunlar
sonucu Allah (c.c.), iman firasetinden bir nasip veya sadık
keşiflerden bir pay verirse, bu da O (c.c.)’ndan gelen bir lütuf
olarak değerlendirilir. Yukarıda sözünü ettiğimiz ahlak-ı fâzıla
ile Sünnet’e ittibanın terk edilmesine ve nefsî rezaletlerden
kaçınılmamasına gelince, bu türlü bir tutum içinde olan kimse
ister uçsun, ister su üzerinde yürüsün, ister göğe yükselsin,
sülûk, velayet, tarikat ve Tasavvufla en küçük bir ilgisi
kurulamaz!
İşte Tasavvuf konusundaki bu mutedil ve selim
fikir, Şeyh et-Tehânevî (Tanavî) (rh.a)’nin eserlerinde ve
vaazlarında Kitap ve Sünnet’ten delilleri, Sahabe’nin ve evliyanın
yaşantılarından örnekleri akl-ı selim ve nefsî tecrübelerden
hüccetleriyle ayrıntılı olarak yer almıştır. Bunun yanısıra, onun
bu eserlerinde Tasavvuf ve büyük sufilerin Kitap ve Sünnet
doğrultusundaki amelî tatbikatları etrafındaki şüpheler, kalpleri
tatmin edecek, göğüsleri genişletecek ve kendini büyük gören
cahillerle kendini cahilliğe veren inatçılar dışında kimsenin
inkârına meydan bırakmayacak şekilde cevaplandırılmıştır.
Şeyh’in,
Tasavvuf’un gerçek mahiyetini aydınlatıcı çalışmalarından pratik
alanda yapılanlara gelince, bunlar da onun Sünnet-i
Muhammediyye’ye uygun, ilmî metot ve şeriatin öngörüleri
doğrultusunda mürit terbiyesi ile gerçekleştirdiği çalışmalardı.
Birisi bey’at etmek üzere kendisine geldiği zaman, ona önce, gerek
Allah (c.c.)’ın hukuku, gerekse kul hukuku noktasından üzerine
düşen şer’î vecibeleri yerine getirmesini emrederdi. O yöredeki
insanların Allah (c.c.)’ı zikir ve ibadetlere devam ediyor
oluşları dolayısıyla Şeyh, ağırlıklı olarak kul hukuku üzerinde
dururdu. Zira zikir ve ibadet görevlerini yaparken insanlar, kul
hukukunu ihmal ve muamelata ilişkin pek çok konuda şeriata
muhalefet ediyorlardı.
Keza Şeyh vird, zikir ve sair
nafilelerden ziyade adab-ı muaşeret talimine özen gösterir ve bu
meyanda şöyle derdi: “Gücümün çoğunu, herhangi bir kimseye benden
veya arkadaşlarımdan bir eziyet gelmemesi için sarf ediyorum. Bu
eziyet ister vurma, dövme çekişme gibi bedenî, ister malını haksız
yolla yeme veya hakkını gasb etme gibi malî, ister küçük düşürme
ve gıybet gibi şahsî, isterse muzdarip ve kötü bir durumdayken
kendisini terk, yahut kendisine hoşlanmadığı bir şekilde muamele
gibi nefsî bir konuda olsun. Eğer bizlerden böyle bir şey sadır
olmuşsa bu bir hatadır ve af ve bağışlanma dilemek gerekir. Bu
konuya her şeyden çok önem vermişimdir. Öyle ki, birisinin, zahirî
bir tavrıyla şeriata muhalif hareket ettiğini görsem, bundan büyük
bir elem duyuyorum. Aynı şekilde birisinin, kul hukukuna riayet
etmediğine şahit olsam, beni şiddetli bir hüzün kaplar ve Allah
(c.c.)’a o şahsı o beladan kurtarması için dua ederim.”[7]
Yine
Şeyh’in bir sözü: “Şüphesiz ki güzel ahlakın başı iyi davranış,
esası da, kişinin başkasına eziyet vermeyecek tarzda hareket
etmesidir. Bunu, Hz. Peygamber (s.a.v.) lafzı kısa, anlamı geniş
olan şu sözüyle öğretmiştir: “Müslüman, diğer müslümanların,
elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.” Başkalarının
incinmesine sebebiyet veren her şey kötü ahlak kapsamına girer
isterse bu şeklen insanların güzel ahlak olduğunu iddia ettikleri
ta’zim, edeb yahut başkasına hizmet etmek amacıyla takınılmış bir
tavır olsun. Çünkü güzel ahlakın esası başkalarının rahat ve
huzurlu kılınmasıdır ki bu da hizmetin başlangıcıdır. Dolayısıyla,
bir kimsenin rahatını temin etmeksizin ona hizmet, özden yoksun
bir kabuk mesabesindedir. Şu bir gerçektir ki, adab-ı muaşeret,
dinin şeairinden olması hasebiyle, akaid ve ibadetlerden sonra
gelir. Bununla birlikte şu da bir gerçektir ki, adab-ı muaşeret,
bir diğer açıdan da bunların mukaddimesidir ki o da, akaid ve
ibadetlerdeki bir arızanın, kişinin kendi nefsinde kalan bir zarar
olmasına karşılık, adab-ı muaşeretteki bir arızanın, başkalarına
sirayet eden bir zarar oluşudur. Kişinin, başkasına verdiği zarar
ise, kendi nefsine verdiği zarardan daha şiddetlidir. Konuya bir
başka açıdan yaklaşacak olursak, Allah Teâlâ (c.c.) adab-ı
muaşeret konusunda ta’lim içeren “… onlar ki yeryüzünde tevazu ile
yürürler. Cahiller kendilerine laf attığı zaman da selam(etle)
de(yip geçe)rler” (25/el-Furkân, 63) kavl-i şerifini, ibadetler ve
diğer hususları içeren “Onlar ki gecelerini, Rabbleri için secde
ederek ve kıyamda durarak geçirirler” (25/el-Furkân,64) kavl-i
şerifinden önce zikretmiştir. Dolayısıyla hüsn-i muaşeret (:güzel
davranış), farzlara kıyasla bazı açılardan önde gelirken,
nafilelere oranla her açıdan öndedir.”[8]
Şeyh et-Tehânevî
(Tanavî)’nin bu düşünceleri, hiç bir zaman, havada kalan ve sonuç
getirmeyen nazari görüşler olarak kalmamış, kendi amellerine ve
hayatına yansıdığı gibi, müritlerinin hayatına da yansımıştır.
Hangâh-ı İmdâdî’deki Örnek Faaliyetler:
Hangâh-ı İmdâdî, burada takibedilen metot bakımından
yeryüzündeki biricik terbiye merkezi idi. Burada ahlak temizlenir,
fikirler olgunlaşır, kişisel ve toplumsal hayatın edepleri
öğrenilirdi. Hindistan’ın dört bir yanından ve civardan gelen
müslümanlar burada toplanırdı. Bunların içinde alimler, büyük
şeyhler, doktorlar, mühendisler, memurlar, öğretmenler, ziraat ve
sanat erbabı, kısaca hayatın her alanından insanlar bulunurdu.
Buraya gelenlerin, yanlarında eş ve çocuklarını getirdikleri de
olurdu. Şeyh bunların durumlarını sorar, kendilerine dini öğretir,
onları İslamî ahlak üzere eğitir ve onu elde etme yolunu belletir,
adab-ı muaşeret üzerinde durur ve kendilerine bu konunun ince
noktalarını açıklardı. Dikkatlerini nefsî hastalıklar üzerine
çeker ve bunlardan kurtulma yollarını beyan ederdi.
Bu
tekkenin oldukça sağlam bir sistemi vardı ki buna muhalefete hiç
kimsenin gücü yetmezdi. Bu sistemin kendisi bile İslam adabının
canlı bir misaliydi. Şeyh burada insanları, hayatlarını tanzime,
zamanlarını değerlendirmeye, Allah (c.c.) ve kul haklarını eda
etmeye ve başkalarına eziyet vermekten sakındırmaya teşvik
ederdi.
Beşerî Münasebetleri:
Bu
tekke için, “insan üreten bir fabrika” demek yanlış olmasa
gerektir. Zira insanlar burada olgunlaşır, güzel ahlak ve salih
adap kalıbına dökülürdü. Şeyh’in, sürekli olarak üzerinde önemle
durduğu bu ahlak ve adabı ayrıntılarıyla vermeye kalkarsak
şüphesiz ki söz çok uzayacaktır. Ancak biz bu husususun bazı
açılardan açıklanmış olması için, Şeyh’in yaşantısından kimi
örnekler vermeden geçemeyeceğiz:
1- Allah
(c.c.) rahmet eylesin, birisine ihtiyacı için bir şey söyleyecek
veya emredecek olsa onu çağırmaz, kendisi ona giderdi. Bu kişi
ister öğrencilerinden, ister müritlerinden, isterse yaşı küçük
akrabalarından biri olsun fark etmezdi. Bu hususta şöyle derdi:
“Muhtaç olanın, kendisine ihtiyaç duyduğu kişiye gitmesi gerekir,
iş ters dönmemelidir.”
Muhammed Hâşim, Şeyh’in
arkadaşlarından ve ihlaslı müritlerindendi. Kendisi doktordu.
Şeyh, bazı rahatsızlıkları konusunda tedavi olmaya ve hastalığını
öğrenmeye her ihtiyaç duyuşunda, hastalığını mazeret olarak görmez
ve doktora bizzat kendisi giderdi.[9]
2-
Hizmetinde bulunanlara hiç bir zaman iki işi bir arada emretmezdi.
Önce birini, o bittikten sonra ikincisini emreder ve şöyle derdi:
“Hizmetimi görenin, ikinci işi de aklında tutma yüküne katlanmak
zorunda kalmaması için böyle davranıyor, o işi akılda tutma
meşakkatini hizmetimde bulunanlara değil kendi nefsime
yüklüyorum.”
3- Haklı olmadıkça kimseye
aracılık etmezdi. Eğer bunun, aracı olarak gittiği kimseye bir yük
getireceğini bilecek yahut sanacak olursa, yine kesinlikle
aracılığı kabul etmez ve bu hususta şöyle derdi: “Aracılığın söz
konusu olduğu bir işte insanlar kendisine aracılık edilen
bakımından hassasiyet gösterirken, kendisine aracı olarak gidilen
kimse bakımından aynı hassasiyeti göstermiyorlar. Oysa bir insana
yardım etmek müstehab iken, başkasına eziyetten sakınmak vaciptir.
Müstehabı yerine getirmek için vacip nasıl terk edilir.”[10]
4-
İsterse en sevdiği kimselerden biri olsun ve yanında kalmasını
gönülden arzu etsin, kendisine konuk olarak gelen hiç kimseye,
misafirlik süresini uzatmak için ısrar etmezdi. Ancak kendi rızası
ile kalırsa o başka. Aynı şekilde, misafirine ağır gelmemesi için
onu, eğer istemiyorsa daha fazla yemek yemeğe de zorlamazdı.
5-
Kendisinden cevabî açıklamalar beklediği kimselere her mektup
yazdığında -ki bunların, öğrencisi yahut kendisinden yaşça küçük
akrabası olması durumu değiştirmezdi- zarfın içine ikinci bir
zarf-kâğıt ve pul koyardı.
İşte Şeyh (rh.a) adab-ı muaşeretin
ince noktalarına böyle titizlikle riayet ederdi. Kendisinin bu
konuda müstakil eserleri de bulunmaktadır. Onun ve müritlerinin
Hangâh-ı İmdâdî’deki yaşantıları ve bu tekkede kurdukları sistem,
İslamî adabın pratik bir tefsiri idi. Öyle ki insanlar onun
arkadaşlarını ahlakta, muamelatta ve adab-ı muaşerette riayet
ettikleri inceliklerle tanırlardı.
Vefatı:
Şeyh (rh.a), Safer 1362/1943 yılında vefat edene kadar 48
yıl boyunca Hangâh-ı İmdâdî’de, ilmi, vaazları, eserleri ve
terbiye metoduyla insanlara faydalı bir ömür geçirdi. Allah (c.c.)
kendisini rahmetine ve rızasına nail eylesin ve onu yüce
cennetlerinde meskûn eylesin.
Muhammed Takî el-Osmânî
Dâru’l-Ulûm
Hadis Hocası
Karaçi/18 Rebiulevvel/1396
(19 Mart
1976)
[1] Muhammed Yakup ve Muhammed
Kasım’ın diğer birçok ileri gelen Hindistan’lı alimle birlikte II.
Abdülhamid han zamanında Osmanlı Devleti’ne pek çok maddi ve
manevi yardımları olmuştur (Çev.).
[2] Hindistan’da,
öğrenimini bitiren öğrencilere ilminin ve güzel yaşantısının
alâmet-i fârikası olarak sarık giydirilmesi bir gelenektir.
[3]
İngilizce’ye de kısmî bir çevirisi yapılmıştır. (Çev.)
[4]
“Va’zu’l-Bâtın”, s. 137’den naklen “Sîretu Eşref” s.137
[5]
A.g.e., “Zemmu’n-Nisyân”, s. 15’ten naklen.
[6] Mesmerizm:
Alman bilim adamı Frantz Mesmer (1734-1815)’in ortaya attığı
teorinin adıdır. Buna göre kimi insan ve hayvanlar manyetik bir
çekim alanına sahiptirler ve bu güç sayesinde olağanüstü haller
gösterebilirler (Çev.).
[7] “Eşrefu’s-Sevânih”, 2/179.
[8]
“Âdâbu’l-Muâşere”den.
[9] “Eşrefu’s-Sevânih”, 2/43.
[10]
A.g.e.
Kitap gibi takvim Mevlana Takvimi'nin her gün yayınlanan yeni yazılarını kaçırmamak için mobil uygulamalarımızı indirebilir, internet sitemizi ve sosyal medya hesaplarımızı takip edebilirsiniz.
Kitap gibi takvim Mevlana Takvimi'nin her gün yayınlanan yeni yazılarını kaçırmamak için mobil uygulamalarımızı indirebilir, internet sitemizi ve sosyal medya hesaplarımızı takip edebilirsiniz.
Misvak Neşriyat Tic. ve San. Ltd. Şti.
Ceridehane Sk.
No: 4
Cağaloğlu / İSTANBUL